|
|
|
|
|
|
Gerilim
Gerginlik, öfke, dramatik jestler, ağır sözler ve ilişkileri daha da kırılganlaştıran bir iletişimsizlikle geçen bir AB eşiği daha açıldı. Avusturya Dışişleri Bakanı Plassnik ve Ollie Rehn'in basın toplantısında sergiledikleri sertlik aynen iade edildi. Sahnenin önünde yaşananlar bir kenara bırakıldığında ise elde üç sonuç olduğunu söylemek mümkün. Birincisi Türkiye bir fasılı açıp kapatabildi. İçerideki tüm engelleme çabalarına dışarıdaki tüm Türkiye'yi dışlama gayretlerine karşın bunun başarılması hafife alınacak bir gelişme sayılmamalı. Bundan sonra da müzakere süreci inişli çıkışlı da olsa devam edecek. İkincisi Kıbrıs Rumları bir kez daha Lüksemburg'dan elleri boş döndüler. Mehmet Ali Birand'ın konu hakkındaki tüm yazılarında vurguladığı gibi Kıbrıs Rumları AB'den bir türlü istediklerini elde edemiyorlar. Türkiye'nin çevresi ve dünya siyasetinde yeni düzen arayışları bu haldeyken de kolay kolay elde edebilmeleri mümkün değil. 24 Nisan 2004'te aslında taksim diyen Rumların, tavır değiştirmedikleri taktirde isteklerine kavuşacakları netleşecektir. O süre zarfında Kıbrıs AB üyesi olduğundan boyundan büyük çabalara kalkışmayı sürdürecektir. Plassnik ve Rehn'in tutumlarını ve kabalıklarını, kendi üyelerini tatmin eden bir sonucu sağlayamamalarını ört bas etme çabası olarak görmek mümkün.
Akılcı politikayı engelleyenler Kıbrıs konusunda Türkiye'nin sıkıntısının baş müsebbipleri ise zamanında akılcı politikaları engelleyenlerdi. Annan Planı ilk ortaya çıktığında Türkiye bunu kabul edebilseydi muhtemelen bugün Rumlar AB üyesi olmazlardı. Yahut da Kıbrıs Türkleri de üye olacaklarından Türkiye'nin önünde bir Kıbrıs sorunu kalmazdı. Gene de Kıbrıs meselesi Türkiye'nin AB sürecindeki asıl kilit sayılmaz. En azından AB bu nedenle Türkiye ile müzakereleri askıya alamayacağı sürece. Limanlar meselesinde Türkiye'nin kendisini gerekliliği çok tartışılır bir deklarasyon nedeniyle köşeye sıkıştırmış olması, AB'nin kendi verdiği sözleri tutmadığı gerçeğini değiştirmiyor. Ancak bu konuda inatlaşmayı bırakarak Türkiye'nin ve Kıbrıslı Türklerin çıkarlarını koruyacak açılımlar için bir tartışma başlatmak da gerekir. Başmüzakereciliği artık ciddiye alması, Brüksel'de daha fazla vakit geçirmesi ve ilişkilerini derinleştirmesi gereken Ali Babacan'ın Taha Akyol'a söyledikleri, önümüzdeki aylarda bu konuda yeni gelişmeler yaşanabileceğini de düşündürtüyor.
Yapacak çok iş var AB üyeliğini ciddiye alanlar açısından asıl bakılması gereken sonuçlardan üçüncüsü. Türkiye şu sıralardaki gidişatıyla AB üyeliğine hak kazanacak görüntünün çok gerisinde. The Guardian gazetesinden Nicholas Watt "Brüksel'de bunu hemen hiç kimse kamuoyu önünde dile getirmeye cesaret edemese de Türkiye'nin bu nesilde hatta gelecek nesilde AB üyesi olması bir mucize gerektirir" diye yazmış. Bu öngörüyü yanlış çıkarmak Türkiye'nin işidir. AB'nin Ortak Tutum Belgesi'ndeki vurgular Türkiye'nin bugünkü iç düzenlemelerinin, yargı mekanizmasının, ifade ve dinsel özgürlük anlayışının eksikliklerini vurguluyor. Dolayısıyla hükümetin sadece lafta değil tutumu, eylemi ve yansıttığı değerlerle sürece sahip çıktığını benimsediğini göstermesi gerekiyor. Ancak o durumda Hırant Dink, Perihan Mağden, Elif Şafak ve daha nicelerine karşı dava açılamayacak bir iklim oluşur. Davalılar kutsal bir mabed sayılması gereken adliye binalarına can güvenliklerinden emin olmadan gitmek zorunda kalmazlar. Ab süreci kâh AB'ye, kâh içerideki hukuk ve özgürlük düşmanlarına rağmen sürmelidir. Zira ilham verdiği toplumsal/siyasal/idari dönüşüm esenliğe çıkış için zaruridir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|