Fuzulî fâilâtün Karac'oğlan dört dört üç
Lise sıralarında bir edebiyat öğretmenimiz vardı. Dört yıl öğrencisi oldum. Dört yıl, arkadaşlarım gibi, sıkıntıdan patladım. Güldüğünü de bir kere gördüm. Divan şairlerinden dizeler okuyor, bizden bu dizelerin aruz kalıplarını bulmamızı istiyordu. İyikötü beceriyorduk. Sonunda bir dize okudu: "Sen attın kalbime ateşten bir ok" . Hadi bakalım, bul kalıbını... Fâilâtün diyoruz olmuyor, mefâilün diyoruz olmuyor, müstefilün diyoruz, ııhh. Öğretmenimiz belki on dakika uğraştırdı bizi. Sonunda elini gerdanına götürüp kıkır kıkır güldü! "Aruz vezni değil ki bu. Hece vezni. Altı beş... Ben yazdım!" Aynı yıllarda İngilizce edebiyat da okuyorduk. Beowulf'u inceliyor, Ortaçağda kent kent dolaşan çalgıcıozanları, Sir Thomas Malory' yi öğreniyorduk. Gerçekten öğreniyorduk. Türkçe edebiyat derslerinde ise, kitapta "Dedem koynunda yattıkça benimsin ey güzel toprak" diye başlayan şiire mi geldi sıra, öğretmenimizin, daha doğrusu koro şefimizin önderliğinde, vezne uygun olarak bir ağızdan şarkı söyler gibi bağırıyorduk: "De-demmm-koynunn-dayat-tık-çaaa-be-nimm-siii-ney-gü-zel-top-rakkk..."
Okullarda Divan edebiyatının öğretilip öğretilmemesi konusu yeniden gündeme geliyor. Bir ara uzun uzun tartışılmıştı bu. Konu önümüze sürülmek üzere şimdi yine ısıtılıyor. Divan edebiyatını da, halk edebiyatını da bilmeden günümüz edebiyatını gerektiği gibi değerlendiremeyiz elbette. Ama Divan edebiyatı okutulurken de Divan edebiyatını bilmiyorduk zaten. Edebiyata özel ilgi duyanlar dışında, bu dersten sınıf geçmiş kime isterseniz sorun. En kabadayısı, Fuzul'nin adını bir yerlerden hatırlayacak, belki bir mucize sonucu, Nedim'in "Gidelim servi revânım yürü Sâdâbâd'a" dizesini mırıldanacaktır. Vazgeçtim "mef'ulü" lerden, "müstefilün" lerden, ezber ettiğimiz "fâilâtün" ün sonunu bile getiremeyecektir.
Sorun sadece Divan edebiyatının dilinde yatmıyor ki. Halk şiiri de "altı beş", "yedi yedi", "dört dört üç" duraklı hece vezinleri olarak kaldı aklımızda. Derslerde Karacaoğlan'ı kim öğrendi, Pir Sultan Abdal'ı kim sevdi? Öğrettiler mi? Sevdirdiler mi? Ya günümüz edebiyatı? Yakup Kadri'yi, Halide Edip'i, Reşat Nuri'yi okul sıralarından kim hatırlıyor? Mohaç Savaşı'nın, Karlofça Antlaşması'nın tarihlerini ezberleyerek Osmanlı tarihini öğrendiğimiz gibi, vezinleri, kitap adlarını ezberleyerek edebiyatı da öğrendik! Bu düzende Divan edebiyatını kaldırmışlar, kaldırmamışlar, ne önemi var...
Divan edebiyatı dilinden günümüz Türkçe'sine geleyim. Okullarda Türkçe öğretiliyor mu sanki? Dili doğru kullanmak yazarlara özgü bir şey olmamalı. Kim olursa olsun, anadilini anlaşılır biçimde konuşabilmeli. Konuşabilmeli ki, düşüncelerini, görüşlerini, dileklerini de anlaşılabilir biçimde aktarabilsin. Anadilini bilmeyen kimse, düşüncelerini aktarmak bir yana, onları kendi kafasında oluşturmakta bile güçlük çeker. Eskiden okullarda "tahrir" diye bir şey vardı. Belirli konularda yazarken dilimizi geliştirir, bir yandan da düşüncelerimizi belirli bir mantık düzeni içinde oluşturmaya, sonra aktarmaya çalışırdık. Sözgelimi, "Damlaya damlaya göl olur" u yorumlarken, Türkçe'yi kullanmayı da öğrenirdik. Şimdi öyle mi? "Test" icat oldu, Türkçe bozuldu. Soru: "Damlaya damlaya göl olur... Nedir?" Yanıtlar: "(a) Coğrafya terimi; (b) Atasözü; (c) Hava tahmini; (d) Doğu Anadolu'da hidroelektrik santrali." Atıyorsun bir çarpı işareti "b" ye... Hadi, geçmiş olsun. Biz okulda "yazma" yı öğrenirdik. Şimdi "işaretleme" öğretiliyor.
Sokaktaki adamın dağarcığında kaç kelime var acaba? 500 mü, 300 mü? Bana sorarsanız, 100 bile abartılı bir sayı. Bu kadar kelimeyle (üstelik onları doğru ve düzgün kullanmayarak) ne düşüneceğiz, ne yaratacağız, ne anlatacağız? Yakında bu durumu bile arayacağız diye korkuyorum. Dil açısından tarih öncesine öylesine hızla yolculuk ediyoruz ki, beşon yıla kalmaz çarşıda pazarda "Hogurk mırk gurk!" "Hooop! Tagır mugark!" gibisinden konuşmalara tanık olabiliriz.
|