Bir varmış, bir yokmuş
Ülkelerden birinin en batısında bir il varmış. Tarihi zengin, coğrafyası engin, şanı yerindeymiş. Anıt camisi, bol pirinci, güğüm güğüm sütü, leziz peyniri varmış. Lakin, kadim vilayetin şöyle ağız tadıyla dört ligden birinde müsabaka yapan, mücadele veren fitbol takımı dahi yokmuş. Her gün binlerce insan ve araba, bir imparatorluğa bile başkentlik etmiş, sultanlara otağlar sermiş, dünyanın en güzel şehrinin kuşatılmasına ve fethine yol vermiş bu vilayete girip çıkar, kıtadan kıtaya yol alırmış. Uzanan nehir sularının seyrine, mesirelerine doyum olmazmış. Ne ki, bir gün yine sular kabarmış, taşmış, taşkınlar tarlalardan hanelere yürümüş. Neyse ki, yiğit askerleri vilayetin, insanları, hayvanları, eşyaları elden geldiğince kurtarmış, kimsesize el, aça yiyecek yetiştirmiş. Memleket büyükleri memleketin küçüklerine anlatırmış: "Komşularımızdan biri barajlarını fazla açtı da ondan" derlermiş. Hakikaten baraj da açıkmış, normalmiş, ondanmış. Kimi büyükler hem böyle der, hem de "doğal afet" dermiş ki, ne yaman çelişkiymiş. Yani, insan yapısı, kul marifeti ve günahı her bi şey, "doğal" sayılır mıymış! O zaman, size ne hacet... demezmiş yine de memleketin küçükleri. Ne deniyorsa kendilerine, çaresiz, boyun eğer, kabullenirlermiş. Oysa, başka şeyler söyleyenler de olurmuş, mırıldanırlarmış da tam söyleyemezlermiş. Mesela, Posta Güvercini Sevenler ve Yetiştirenler Derneği'nde beyanat veren vilayet belediye reisi, "Nehir ıslah edilmeli" demiş, ne demekse. Mesela, en büyük mecliste bir aza, "50 yıllık seddeler, bir de hep çoğalan mahmuzlar nehri sıkıştırıyor" diyesiymiş. Bu kulunuza gelince; oralarda bir eskiden, bir yenilerde vazifeli iki zabit ise, artık üzülsek mi, gülsek mi, kızsak mı, aklımızı başımıza alsak mı, birtakım hususlar anlatmış ki... Onların yalancısıyım valla, bu ahval ve şerait ile aynen bu üslup içinde sizlere de aktarayım.
Efendim, vilayet sınır imiş ya, o nehir tam sınırı meydana getirirmiş, üstelik en derin mevkilerinde yaparmış ya, elbet her iki yakada neferler nöbet tutarmış. Bu tarafta bizim yiğitler. Öteki tarafta, ötekiler işte. Bir yandan o seddelerden yapılmış onca senede; taşkına set olsun diye. Ama çoğu kilden. Ve seddeler üzerinde gözetleme kuleleri yükselmiş. Bir yandan da, "mahmuz" çıkarılırmış suyun içine içine. Bir sürü. Nedir derseniz, bir çıkıntı. Bu çıkıntılar sayesinde, nehrin doğal akışı kesilir, toprak birikintisine yol açılır, bir nevi plajlar oluşturulurmuş. Bu birikintileri, her iki memleketin neferleri, zabitleri de yaparmış. Sonra, üstlerine rapor ederlermiş: "Amirim, komutanım... Şu kadar toprak kazandık" diye. Aklım almadı, ama yemin billah anlatırlar, şaşarım. O mevkie her yeni gelen zabit, bir başarı olaraktan, "mahmuzlar" sayesinde, çok sevdiği memleketine ne kadar yeni toprak kattığını bildirirmiş. Aferin de alırmış tabii ki. Ötekiler de yaparmış, karşıda aynısını. Nehrin en derin yerlerinde, onca mahmuz sayesinde yahut onlar yüzünden, birikintiler, adacıklar, plajlar oluşmuş. Nehir yatağı dolmuş. Biraz fazla yağışta, azıcık fazla su gelişinde, daha kolay taşar olmuş. Mahmuzu geçemiyorsa, yana, seddelerin, toprağın üzerine saldırırmış azgın ve kızgın su. Meğer, reis beyin "ıslah" dediği, meclis azalarının mırıldandığı bir husus da buymuş.
Nihayetinde, masalmış bu. Gerçek olabilir miymiş hiç? Bu kadar olabilir miymiş! Hiç kimsenin açıktan söylemediği, yazmadığı bir hakikat olabilir miymiş?
|