Harbiyeli olmak!..
Gündelik koşuşturmanın içinde, günlük bir gazetenin köşesinde yazılıp geçilecek şey değil şu "Harbiyeli olmak!" hikâyesi... Roman olur belki... Bir gün yazar mıyız? Kimbilir?... Bu köşede "hatıralar"ın yarar(!)ı üzerine çokça kalem oynatmış biri olarak, fikrimizin değiştiğini söyleyemeyiz... Çünkü, her "hatıra defteri" başkalarının yaşanmış "hayat"larına da dokunmadan geçemiyor. Ve sizin buna hakkınız yok. Yaşarken dokunulması tartışılan "özel hayat"lara, bir de "öteki"nin ölümünden sonra "hançerler" vuruluyor ki... Ne insafa sığar, ne insanlığa!
Herkesin hayatı romandır aslında. Kaç fasikül olmasının ne önemi var? Kahramanları bilindik olmasa ne yazar? Nereden bileceksiniz her şafakta içine kan doğranmış zamanları? Kaç "içe akıtılmış" gözyaşı, kaç "yarım kalmış" sevinç; her gün kaldırımlardan geçiyorken, ille de sizin farkına varmanızla yazılıyor değildir "öteki"lerin romanları? Kaç hissedilmemiş mağlubiyete, kaç fark edilmemiş zafere omuz vurup "pardon" dediniz yollarda kim bilir; nereden bileceksiniz? Belki de omzuna çarpılan, "siz"diniz!
Yine de "hayat" ımızı yazmak zorunda mıyız, emin değiliz. Albümümüzdeki her fotoğraf ayrı bir fasikülüdür hayatımızın. Bir de o var! Ayrı bir fasikül! Her biri başkalarının hayatı gibi duran... Sizinki kaç fasikül, bizimki kaç cilde uzar? Bizim albümdeki son "renkli fotoğraf"lar bölümü; çok "renkli" bir dünyada yaşandı. Televizyonlar, kameralar filan... Lakin, otuz yıl kadar sürse de "yazmaya değer" bulmadık nedense, hiçbir zaman. "Siyah-beyaz" fotoğraflara gelince... Sekiz yıl kadar olsa da... O fasikülde hep bir şeyler kanar. Hep bir yürek sızıntısı; ama aynı "an"da, hiç tükenmeyen, hiç ölmeyen dostlukların, hudutsuz ve çıkarsız arkadaşlıkların hikayesi... Neden acaba? "Harbiyeli olmak!" bir kahramanlık "menkıbesi"nin adı olmadı bizim hayatımızda... Daha "başka" bir şeydi aslında. "Kahraman" olmadan da pekala anlamı olan, hatta belki de hayatımızın en ürkek, en çaresiz, en yapayalnız zamanlarında ortaya çıkan. Bunu yazmalı mı? Yazmaya değer mi? Belki... Önceki gün "1283... Aramızda!" diye her yıl kutsanan "Harbiyeli" nedeniyle hatırlanıp düşülmedi bu satırlar buraya... Ya da Cumhurbaşkanı'nın sözleri üzerine... Tesadüf bu ya: Önceki gece bilgisayarın başında "bir zamandan bir mekâna" uzanırken bilgilerin sonsuzluğunda... "Gemicilik Opereti" diye iki sözcük çıktı karşımıza... Sonra artık nesli tükenen bir "uzunçalar"ın kapak resmi. Birkaç gün sonra, üzerinde "Gemicilik Opereti" yazan eski plak, artık antikalar arasına giren pikabımızın üzerindeydi. Ve bizim "Harbiyeli günleri" mizin şarkıları çalıyordu. Şarkılar dediğimizin farkındayız. O zamanlar biz "marş" derdik onlara. (Biraz da zoraki söylerdik gece yarısı tekmillerinde. Şimdi... O kadar yıl sonra... "Ya o şarkılar olmasaydı!" diyebilmek ne tuhaf...) "Ey dalgalar, ey dalgalar/Siz birçok gemicinin hayatına kastettiniz/ Mavi deniz, seni severiz."
Sonra bir de o unutulmaz "Karadeniz": "İnönü Stadı"nda, beyaz üniformaların içinde gösteriye başlarken, hançerelerimizi parçalarcasına, omuz omuza söylediğimiz o marş. Yurdun ve dünyanın her köşesi bizi duyardı sanki. Duyar mıydı sahi? "Karadeniz, Karadeniz, gelen düşman değil biziz. Yarım asır beklediğin, Barbaros'un hafidiyiz" Bir de, unutulmaz aşk şiirlerinin şairi, hocamız Bekir Sıtkı'nın yazdığı Deniz Harbiye marşı: "Barış için açılmış ak çiçekli dallarız / ay yıldızlı sularda yurda bahar geliyor..." 33'lük eski plak; antika pikapta cızırtılarla dönerken, biz iç sızıntılarıyla hatırlıyorduk; çıkarsız başlayıp çıkarsız sürmüş kırk yıllık sahici dostlukların hikayesini... Marş diye öğretilip, zaman rüzgarlarında hüzünlü şarkılara dönüşen arkadaş ıslıklarının sesini...
Geçenlerde bir "gazeteci meclisi"nde; nereden aklımıza geldiyse, o "fırtınalı" günlerde bir "yüzbaşı"nın taburun karşısında bize verdiği çarpıcı söylevden söz etmiştik. "Yazsana bunları!" dediler hep bir ağızdan, heyecanla... "Belki!" dedik. "Gazetecilik günlerini de yazacak mısın?" diye sordular sonra... "O günlerin hep bir ağızdan söylenen şarkıları olmadı ki!" diyemedik.
|