|
|
Farkında olmadan yaşıyoruz
Marcel Proust'tan "Kayıp Zamanın İzinde"yi okumak için neden bu kadar uzun süre beklemişim bilmiyorum (yani aslında biliyorum tabii, vaktim olmadı). Geçenlerde kütüphanemden alıp da okumaya başladığım an sanki gözümün önünden perdeler kalkmışcasına sevindim, şaşırdım. Çocukla geçirilen bir hayat; çoğu zaman durup düşünmelere fırsat bırakmıyor. Belki de bu yüzden; "ne çabuk büyüyüverdi bu çocuk" diyor yakınları, "daha dün bebekti, daha dün konuşamıyordu..."
HAYATIMIZ İPOTEK ALTINDA Doktorumuz bize daha bebek doğmadan; "Hayatınız ipotek altına alınacak, sahiden hazır mısınız?" diye sormuştu, yarışma programında en son soruya yanıt verirken nasıl bekliyor yarışmacılar, nasıl es veriyorlar doğru yanıtı bilmelerine karşın, aynen öyle duruvermiştik biz de. Sonra "hazırız" demiştik de, öyle demekle bu işin bitmediğini bebek doğunca gördük. Bebek özellikle de annenin tüm hayatını ele geçiriyor, öyle de olmalı, itirazım falan yok. Ancak tabii, ne "Kayıp Zamanın İzinde"yi okuma fırsatınız oluyor bebeğiniz varken, ne de kayıp zamanların peşine düşmeye. Böylesi bir kitabı elinize almanız için bayağı bir vakit geçiyor, en azından kendi kendine azıcık da olsa oynayan, oynayabilen bir kıvama gelmesi gerekiyor evladınızın. Gerçi, "hadi bakalım, şu koca kitabı devireyim" dediğiniz anda, bir de şöyle bir duyguyla karşı karşıya kalıyorsunuz: Proust yazılması gerekenleri çoktan yazmış ve işte siz kitabın karşısında bir okur olmaktan öte bir "hiçsiniz". İşte bütün bunları yazabilen biri var, üstelik bana kadar ulaşmış yazdıkları, daha ne isteyebilirim, neden çabalıyorum bir şeyler yazmak için, ah yine aynı noktaya mı geldik ne, kayıp zamanların mı peşindeyim? Bu Proust'u okuma anlarının bir büyülü yanı da var. Kitaptan kafanızı kaldırdığınız an yaşamakta olduğunuz dünya, şehir birden bire öyle gerçek görünüyor ki... Yani, Proust okumak, insanı birden bire hem bir rüyadan uyandırıyor, hem de hay huy dolu hayatınıza bir es vermenizi ve dünyayı "gerçekten" görebilmenizi sağlıyor. Balkondasınız diyelim, kahvenizi içtiniz, kitaptan son bir satır daha okuyup uçsuz bucaksız gökyüzüne baktınız, o ilk beş saniyede dalgındınız, kitabın etkisindeydiniz. Ama sonra ne oluyor? Proust'un ruhunuza yolladığı tüm o anlar ve anılar ile yaşamın ta kendisinin varlığı fikri gözünüzün önündeki perdeleri bir bir ortadan kaldırıyor.
KİTABIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ "Aaa gökyüzü" diyorsunuz önce. Mavi. Beyaz. Gri. Bulutlar sanki hiç bu kadar pamuksu değildi. Koşan çocukların ayakkabılarının çıkardığı ses hiç bu kadar net değildi, şurada güneşin altında duran köpek böylesine "ben hayatın ta kendisiyim" diye bağırmıyordu. Eskicinin narası böyle apaçık kulaklarınıza ulaşmıyordu, çimenler böylesine yeşil, evladınız bu kadar büyümüş falan olamazdı... Bir şekilde derin bir nefes alma gereksinimi duyuyorsunuz işte o an. Bütün bunların ardından da birden şunu düşünüyorsunuz; "Ben yaşıyorum!" Evet, hepimiz yaşıyoruz ama çoğu zaman farkında olmadan. Bu yüzden kimi zaman yaşadığımızı bize hissettirecek araçlara gereksinimimiz var. Bu bazen bir meditasyon tekniği, bazen derin derin nefes almak, bazen çocuğumuza sıkı sıkı sarılmakla oluyor. Bazen de bir kitapla...
ECE ARAR EMENER
|