Rüzgar değişirken
Uluslararası sistemde henüz yeni bir düzenin kural ve normlarının yerine oturmamış olduğu ortada. İki kutuplu, nükleer dehşet dengesine dayalı soğuk savaş dönemi böyle değildi. O nedenle geçmişte uluslararası ilişkileri anlamak veya dış politika analizi yapmak açısından hayat daha kolaydı. Soğuk Savaş'ın öngörülebilir, sistem içindeki ülkelerin iç gelişmelerini de disiplin altına alan mantığı artık geçersiz. Buna koşut olarak büyük güçlerin kafalarına koyduğu her şeyi dünyaya dayatabilecekleri bir siyasi gerçeklikten de bahsetmek mümkün değil. Özellikle iletişimde yaşanan köklü devrim, kitlelerin siyasi alana çıkmalarının önünü açıyor. Yalnızca seçkinler düzeyinde kurulacak, meşruiyet temelleri zayıf bir düzen kurmak zorlaşıyor. Buna teşebbüs edildiğinde ortaya istenenden farklı bir sonuç çıkıyor. Küreselleşme ve çok genel anlamıyla demokratikleşme talepleri emperyal projelerin de önünü kesiyor. Soğuk Savaş bittiğinde ABD yeni bir düzenin kurulmasına öncülük edebilecek imkanlara sahipti. Büyük mücadeleyi kazanmış olmasının ötesinde ekonomik ve siyasi sistemiyle savunduğu değerlerin bir kısmı dünyada kabul görüyordu. Hatta buna özeniliyordu. Askeri, ekonomik ve siyasal açılardan rakipsizliği, yeni bir düzen kurması için ABD'nin önünü açıyordu. Clinton döneminde başlarda kendi sorunlarına odaklanan ancak Bosna ile birlikte dünyaya açılan ABD elindeki bu fırsatı iyi kullanmadı. Öncelikle Amerikan siyasetinin benmerkezciliği, içe dönüklüğü dışpolitikada dünyanın pek kaale alınmamasına yol açtı. Clinton'un nispeten çoktaraflılığa daha fazla yandaş olması Amerikan iç siyasetinin ulusalcı, bencil eğilimlerince dizginlendi. ABD giderek uluslararası kurumları hiçe sayan, dünya kamuoyunun benimsediği anlaşmalara taraf olmayan bir siyaseti benimsedi.
Hesap çarşıya uymadı 11 Eylül bu içe kapanmayı kırdı. Dünya'ya şekil vermek üzere uzun zamandır hazırlanmış ancak kitle tabanları bulunmayan yeni muhafazakarlar, bu eylemin ardından ön plana çıktılar. Başkanın en güçlü destekçileri olan kökten dincileri arkalarına alarak uluslararası sistem mühendisliğine soyundular. Bu doktriner yaklaşımın belgesi 2002 yılında yayınlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesiydi. Belgeye göre ABD dünyada sorun olarak gördüğü meselelere tek taraflı olarak çare bulacaktı. Dev gücüyle, kendisine yönelik tehditlere karşı ön-alıcı savaş yapma hakkını mahfuz tutuyordu. Belge bir yandan Amerikan askeri gücüne ve bununla yapılacaklara odaklanırken, diğer yandan da insan hakları ve demokrasinin yaygınlaştırılmasını savunuyordu. Bu ulvi amaçlara da silah zoruyla ulaşılacaktı. Doktrinin uygulama alanı Irak'tı. Savaşın başlamasından üç yıl sonra ise evdeki hesap belli ki çarşıya uymadı. Yerel güçleri ve dinamikleri hiçe sayarak siyasi proje gerçekleştirmenin imkansızlığı anlaşıldı. ABD, amaçları aynı kalsa da, stratejisini değiştirmek üzere manevralara başladı. Hepsinden önemlisi tek taraflılık politikalarını besleyen yegane güç olma kibiri örselendi. Bunun ilk ipuçlarını ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice vermişti. Başkan Bush'un Ulusa Sesleniş konuşması da değişimi teyid etti. Konuşmasının bir zamanlar "şer ekseni" içinde tanımladığı İran'la ilgili bölümünde Bush ABD'nin değil, "dünya devletlerinin İran rejiminin nükleer silahlara sahip olmasına izin vermemesi gerektiğini" söyledi. Başkan'ın konuşması, Irak ertesinde ABD'nin hâlâ en büyük güç olsa bile çok kutuplu dünya gerçeğini kabullendiğinin bir işareti olarak görülebilir. Bunun sonuçlarını dikkatle değerlendirmek gerekecektir.
|