| |
Merkez Bankası'nı anlamak ya da anlamamak...
Türkiye'de epeydir bir tartışma var. Hatırı sayılır bir kesim faizlerin yüksek, Türk parasının da aşırı değerli olduğunu söylüyor. Bu tespitten hareketle de, Cumhuriyet tarihinin rekorunu kıran bugünkü ihracatın yavaş yavaş soluğunun kesildiğini söylüyorlar. Tabii bu, mevcut cari açığın önü alınamaz bir noktaya taşınması, ardından tüm ekonomik başarıların tepe taklak olacağı bir kriz anlamına geliyor.
Cumartesi günkü yazıda da belirttiğim gibi, biz piyasa ekonomisiyle 24 Ocak kararlarıyla tanıştık. Piyasa ekonomisinin olmazsa olmaz koşulu olan rekabetle ise 1995'te... Çünkü ancak o tarihte, o da AB'nin zorlamasıyla Gümrük Birliği için rekabet yasasını çıkardık. Ancak biz kapitalizm istikametinde emeklerken, yeryüzü de sanayi devriminden bilgi çağına geçişin temrinlerini yapıyordu. Bugün bu yeni çağa iyice ısınılmaya başlandı. Dünyadaki koşulların değiştiğini, rekabet anlayışının her an çok daha fazla katma değer kazanmaya dayalı işlediğini, imalat sanayisi ve kol gücünün egemenliğini gün geçtikçe yitirdiğini yok sayarak, eski ölçülerle mevcudu ne kadar anlayabiliriz? "Düşük kur olmaz ise mahvoluruz ve ihracat yapamayız" demek, "makro dengeler sağlıklı ise biz biteriz" demek anlamına gelmiyor mu? Özal'ın "dışa açık büyüme" modeli, reel kesimleri ve ihracatçı sektörü "makro denge eksikliklerine" alıştırdı. Enflasyonist bir ortam ve düşük kur olmadan adım atamaz, ihracat yapamaz olmayı kabul etmek ne kadar normal... Bugün döviz kuru piyasada belirleniyorsa, bunu bir realite olarak kabul etmemek, biraz da eskinin alışkanlığı değil mi?
Dünya işbölümünün bize yolladığı sinyaller var. O sinyaller sayesinde, ihracatta tekstil yanında otomotivi ve elektroniği de devreye soktuk. Bu sektörlerden elde edilen kazanç tekstille yarışmaya hatta geçmeye başladı. Sanayi devriminin yavaş yavaş ömrünü tamamladığı, işçi emeğinin para etmekten çıkmaya başladığı, eski kur politikalarıyla arzulanan katma değerin yaratılmadığı bir dünyaya "döviz-kur-borsa" üçgeninde mi bakmalıyız? Kamu maliyesinin bozulmasını ve enflasyonist ortamı yaşayabilmek için çare mi görmeliyiz? Yoksa, yeni ekonominin yeni koşullarına mı bakmalıyız?
Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti, eski ile yeni arasındaki farkı, geçen hafta yaptığı basın toplantısında şöyle vurguluyordu: "Para politikası bütün ekonomiyi hedef almalıdır. Herhangi bir sektöre göre hareket edilemez. Uygulanan para politikasıyla kimilerinin beklentisinin aksine Türkiye büyüdü, ihracat her şeye rağmen çok iyi performans sergiledi, ama her sektörün aynı oranda etkilenmesi söz konusu olamaz. Artık Türkiye'nin dövizkurborsa üçgeninden çıkıp, daha geniş bir üçgene bakması gerekir. Türkiye fiyat istikrarını, sürdürülebilir büyümeyi, sürdürülebilir istihdam artışını hedeflemelidir. Bu üçgenden bakınca da yapısal reformların önemi ortaya çıkıyor. Kayıt dışı ekonomiyle mücadele, Maliye'nin vergi reformuna yönelmesi buralarda iyileşme getirecek. Türkiye üretimin üzerindeki bazı yükleri artık düşürebilmeli." Türkiye, ekonomiye "düne ait gözlüklerle" bakmaktan kolayca kurtulamayacağa benziyor. Dünya iş bölümündeki yerini güçlendirmenin artık düşük kur ile değil katma değeri artıracak hamlelerle mümkün olduğuna inanmak istemesek de bu bir vakıa... Araştırma-geliştirme harcamalarını artırmak, patent üretimi için toplumsal ve siyasal bir irade koymak, eğitimi uzun vadeli üretim planlamasıyla eşgüdümlü yapmak, kısacası toplumsal vitesi değiştirmek...
24 Ocak 1990'dan bu yana toplumsal bir değişimi yaşayan, önemli dönüşümlere uğrayan, küreselleşen, rekabet üreten bir toplum tekstil ya da Çin'deki ucuz emek açısından yarına bakamaz. Yarına Serdengeçti'nin üçgeniyle yani "fiyat istikrarı, sürdürülebilir büyüme, sürdürülebilir istihdam" açısından bakmak çok daha yararlı olabilir. Bunun için ise daha derin ve köklü reformlara devam etme ihtiyacı var. Makro dengeleri bozarak ihracat yapmak yerine, sağlıklı bir koşu tutturmanın tek yolu bu...
|