Ordu'dan Sarp'a doğru
Ordu'dayız... Güzelliklerini sunuyor cömertçe, o kendine has vakur duruşu ve insanlarıyla. Tarihi kilise ve yanındaki konaklar onarılmış ve tertemiz görünüyor. Boztepe'ye çıkıyoruz, manzara muhteşem.
Ulubey, Gürgentepe, Gölköy yükseklere tırmanıyoruz. "Göle gidelim" diyoruz, ancak akşam yağan yağmurla yol çok kötü hale gelmiş, vazgeçerek Ordu'ya dönüyoruz. Yol boyu güzelim ahşap Karadeniz evlerini fotoğraflıyorum, hoş sohbetlerle. Gülyalı, Piraziz, Bulancak, ve Giresun'dayız. Yüksek apartmanlardan oluşan bir yerleşim olmuş Giresun, eski bir Rum evini arıyorum aklımda ve saydamlarımda kalan, ne yazık ki bulamıyorum, yerinde kocaman bir bina. Gene de hakkını yemeyelim, yolda gördüklerimize oranla çok daha bakımlı ve temiz bir kent. Keşap, Espiye ve nihayet son halini çok merak ettiğim Tirebolu. Hemen tırmanıyoruz içerilere ve hızlı bir turdan sonra içim rahatlıyor, kimliğini de korumuş, tarihini de, şirinliğini de. Bir aşağı, bir yukarı dolaşıyoruz, keyifle.
Yola devam, Görele, Eynesil, Vakfıkebir ve Akçaabat. Doğruca Körfez Köfte'ye, gene deniz üstü tabii ki, nefis köfteleri yutmakta zorlanıyorum, bademciğim gene oyunbozanlık yapıyor, ama asla vazgeçmek yok bu lezzetli köfteden. Trabzon'da sayılırız artık, hedef akşamı Sümela'da geçirmek, bu yüzden Trabzon'u ertesi güne bırakarak doğruca Maçka'ya çıkıyoruz, tam daşenliğin ortasına, Maçka şenliği. Hızlıca buz kutumuza akşam nevalesini yükleyip milli parkın yolunu tutuyoruz, bu gece çadırda kalacağız. Derenin kıyısına kuruyorum çadırı ve kamp ateşi için odun toplamaya çıkıyorum, fakat her şey sırılsıklam, bizden yarım saat önce yağmur yağmış. Kırkbeş dakika uğraşıyorum. Nemden kibritlerin yalnızca başındaki fosfor parlıyor ve sönüyor. Vazgeçip dışarıda keyif sürelim diyoruz, ne mümkün, tepemizden aşağı nem yağıyor, sonunda çadıra kaçmakta buluyoruz çareyi.
SENFONİ GİBİ Sabah erkenden çıkalım istiyorum manastıra, kalabalık olmadan fotoğraf çekeceğim. Sümela'nın kapısına geldiğimizde yirmi kişilik sırayı görünce şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım, insanlar geceden gelmişler. Kapılar açılıyor ve muhteşem senfoni başlıyor, manzara, binalar, içlerinde ve üzerlerindeki freskler inanılmaz güzellikte. Henüz tamamlanmamış olsa da oldukça iyi bir biçimde elden geçirilmiş, geçen sefer geldiğimde o içimi dağlayan gözleri oyulmuş, üzerlerine isimler kazınmış freskler temizlenmiş ve onarılmış. Ana binanın duvarları artık gülümsüyorlar, içimi büyük bir sevinç kaplıyor, tadını çıkartıyoruz manzaranın ve manastırın. Trabzon'a doktor ve eczane için giriyoruz, boğazımperişan, bu yüzden de keyifsiziz, dolaşamıyoruz bile. Sürmene'de içerilere giriyoruz, işte tipik yöresel Karadeniz mimarisi, vee muhteşem Memiş Ağa Konağı. Türk mimarisinin en özgün örneklerinden biri. Çok iyi bir biçimde onarılmış, son geldiğimde içini gezme olanağı yoktu, şimdi bu fırsat kaçırılmaz. Gezdikçe seviçten türküler söylüyorum içimden, ellerine sağlık onaranların.
OF Kİ NE OF Of'tan yukarı çıkıyoruz, vadinin içinden, insan nereye bakacağını şaşırıyor yükseldikçe, yeşil, su, ahşap yayla evleri... Yolumuz Uzungöl'e, ben de ilk kez göreceğim. İzlemediğiniz ama çok övülen bir filmi ilk izlediğinizde içinizde bir duygu oluşur hani, "Biraz abartmışlar övgüyü" işte böyle bir duygu oluştu içimizde Uzungöl'ü gezerken. Garip bir kalabalık var, her yerden ve milletten, meslekten insan dolu. Garip bir mimari oluşmuş, İsviçre desem değil, Almanya desem değil, halbuki beşyüz metre ötede o güzelim yayla evleri biz buradayız diye bağırıyor, ne birbirinin manzarasını kesiyor, ne rüzgarını, ne de güneşini. Sadece o tarafa doğru bakarsan çok güzel, zaten gördüğüm tüm fotoğraflarda o tarafa doğru çekilmiş. Gölün etrafında bir tur atıp, hadi gidelim diyoruz. Birkaç kilometre aşağıda son derece güzel yayla evleri görüyoruz, yol boyunca söyleniyoruz. Of ki ne of...
Doğru Rize'ye gidiyoruz, akşam kaleden havai fişekler atılıyor, ilaçlarımı alıp erkenden yatıyorum, sabah ola hayrola. Sabah kahvesini Rize kalesinde içiyoruz, harika manzara eşliğinde. Çay bahçeleri şehrin göbeğine dek girmiş. Kalkandere yoluna devam ediyoruz, yolda çok güzel bir serenderi fotoğraflamak için duruyoruz, fotoğraf çekerken her halinden inşaat işleri ile uğraştığı belli birisi laf atıyor, "Eski evleri mi çekiyorsun" diye, "Evet" diyorum, "O zaman gel seni baba ocağına götüreyim" diyor, "Hemen şuracıkta." Bir başkası köprüyü de göster diyor balkondan, böylece yürüyoruz İsmet Kalfa ile baba ocağına. Önce nefis evi gezdiriyor, işini gücünü bırakıp, sonra çay bahçeleri içinden geçerek "Köprüyü, sonra bir de çay fabrikasını gezdireyim" diyor, hay allah dur, bir dakika derken ardında buluyoruz kendimizi. Fabrikayı gezdiriyor, üretimi anlatıyor, zahmetini, bardak bardak çaylar içilirken.
Fatih UĞURLAŞ
|