Neden?
Herkes aynı şeyi soruyor Ankara'da: Neden? Başbakan neden durup dururken TÜSİAD'la kavgaya girdi? Dün TÜSİAD'ın Nakkaştepe buluşmasından sonra, iki taraf da "Baltaları gömdük" mesajı vererek "hükümet-patronlar" geriliminin geride kaldığını müjdelemekteydi. Ancak kriz bitse de geriye bir tortu kalacak gibi. Başbakan Erdoğan'ın Mustafa Koç için savcıları göreve çağırması, aynı "içki yasağı" tartışmaları, "İzmir polemiği" ve Orhan Pamuk davası gibi, kamuoyunu bir süre meşgul edecek. Bu yüzden de en yakınındakiler bile "Kötü oldu" diye fısıldamaktan çekinmiyor. Batılı diplomatlar "Hükümet nereye gidiyor?" diye soruyor. Muhalefet liderleri, bu gibi "ev yapımı" krizlerle kamuoyunu bedavadan kendi saflarına çekebilecekleri düşüncesiyle hevesleniyor. Peki "Neden?" sorusuna dönersek HAKSIZLIK DUYGUSU: Cevabın önemli bir bölümü, Başbakan Erdoğan'ın karakter özelliklerinde saklı. Geçmişte Erdoğan'ın duygusal yönü yazılmıştı. Bizce Başbakan'ın siyasi hayatındaki önemli motivasyon kaynaklarından biri, "haksızlıklarla mücadele" ettiğine inanıyor oluşu. Sanırız bu biraz kişilik, biraz dini inancından kaynaklanıyor. Recep Tayyip Erdoğan, gerek içinden geldiği siyasi hareket, gerekse Türkiye'deki sistem açısından haksızlıklara maruz kaldığına, "haksızlıklara rağmen" iktidara geldiğine inanıyor. Bu refleks TÜSİAD konusunda da devreye girdi. Başbakan hafta başında çeşitli işadamlarına "TÜSİAD, Türkiye'deki ekonomik gelişmeleri yeterince anlatmıyor. Kırgınım" demiş. "Haksızlık" duygusuna katkıda bulunan bir diğer faktör de, kriz günü Ömer Sabancı ve Mustafa Koç'la yaptığı görüşmede, iki işadamının içki yasağı ve Orhan Pamuk gibi konularda kaygılarını dile getirmiş olmalarına karşın, Van Rektörü konusunu açmamış olmaları. Tahminimiz bu, Erdoğan tarafından "Bana içerde söylemediklerini neden dışarıda söylediler!" şeklinde algılandı. SEÇMEN SEVER: Hükümet açısından TÜSİAD'la kavgayı mümkün kılan bir diğer unsur da, "Bizi onlar iktidara getirmedi ki!" anlayışı. Yanlış anlaşılmasın: Son günlerde hem kabine hem de AK Parti içinden konuştuklarımın tümü, TÜSİAD gerilimi konusunda tedirgindi. Azımsanmayacak isimler "Ne gerek var" ya da "Ben olsaydım yapmazdım" demekten çekinmedi. Ancak hemen hepsi, ardından "Ama bu bize oy kaybettirmez" gibi bir cümle ekledi. AK Parti'de "İstanbul'a, sermayeye, TÜSİAD'a rağmen" iktidara gelindiği hissi, hala tehlikeli biçimde yaygın. Parti yönetimi, siyaseten akıllıca olmasa bile "zenginlere kafa tutma" üslubunun popülist bir tarafı olduğu görüşünde. Kısacası "Bu bize oy kaybettirmez" mantığı hakim. YALNIZLIK: Tepedekilerin yalnızlığı, Antik Yunan'dan bu yana felsefecilerin kafa yorduğu bir olgu. Kuşkusuz Başbakan Erdoğan sürekli insanlarla kucaklaşan, etrafında hep kalabalıklar taşıyan biri. Ancak çok seyahat ediyor, çok çalışıyor, yoruluyor. Erdoğan delege etmek yerine, temel konuları kendi takip etmek isteyen bir lider. Bu yüzden de tüm hükümet mekanizması, Başbakan'ın "bilgilendirilmesi" ve nihai kararların kendisi tarafından verilmesi üzerine kurulu. Etrafı buna imkan verecek şekilde Başbakan'ı yönlendirmek değil, bilgilendirmek için devreye giriyor. Bu yüzden Başbakan çözüm önerisinden çok şikayet duyuyor. LİBERALLERİN ÇALIMI: Son dönemi hükümet açısından gerilimli kılan bir diğer unsur da, milliyetçi-muhafazakar ya da Milli Görüş tabanından gelmemiş olmalarına karşın, AK Parti iktidarına destek veren (ve bu sayede bu iktidara önemli ölçüde meşruiyet sağlayan) entelektüel çevrelerin hükümete yönelik tavrı. İçki yasağı, Orhan Pamuk davası ve 301'inci madde gibi konular, bu çevrelerde hükümetin "özgürlükçü" reflekslerinin zayıfladığı vehmini doğurdu. Önemli bir destek odağı, eskisi gibi hükümeti öven, yüreklendiren roller üstlenmiyor. Benzer bir biçimde Avrupa'dan da "dostane" değil "eleştirel" sesler ulaşıyor hükümete. Tüm bunlar, içe kapanan (ve artık seçim düşünen) bir siyaset ortamında gerilimin dozunu yükseltiyor. İşte 2006'nın resmi...
|