Titanic'i anımsamak
HAYATLA aşk birdir Van Gogh'un gözünde. Ünlü ressam, bu düşüncesini kardeşi Theo'ya, 7 Eylül 1881 tarihli mektubunda açıklar. Ama, aşk konusunda her zaman bir buzdağıyla karşılaşma riskinin bulunduğunu da belirterek şunları yazar: "Şimdilik geminin pruva bodoslaması bu çapta bir buz yığınına çarpmadı." 31 Temmuz 1999 tarihinde, Southampton'a doğru hareket eden trende, karşımda oturan genç İngiliz, yanımdaki yol arkadaşımdan telefon numarasını koparmak için türlü numaralar denerken, Van Gogh'un mektubunu anımsadım. Benimle birlikte Southampton'a gelmeyi kabul eden genç kız, sürekli olarak yabancıları sevdiğini, annesinin de Maltalı olduğunu söyleyen delikanlıya telefon numarasını verse de, onunla asla birlikte olmayacağını kendisine her takılışımda günboyu yineledi. Anlaşılan genç İngiliz, başına geleceklerden habersiz bir buzdağına doğru ilerliyordu. İşin aslına bakarsanız aşk falan umurumda değildi o gün. Waterloo garından hareket etmeden önce duyduğum orkestranın sesi, trenin penceresinden bakarken, yankılandı durdu kulaklarıma. Benden 87 yıl öncei bir Nisan gününde, Yeni Dünya'ya gitmek için yola koyulanların da Londra'dan böyle uğurlandığını düşündüm. Onlar da benim gibi vagonlarda otururlarken aynı makaslarda sarsıldılar, aynı köprülerin altından geçtiler ve kimbilir, belki de aynı ağaçları saydılar!?. Bir buçuk saatlik bir tren yolculuğundan sonra Southampton'da indiğimizde, dikkatimi çeken ik şey istasyon duvarlarını süsleyen fayanslardaki gemi resimleri oldu. Tren istasyonundan gemiler görünmüyordu ama martılar tepemizde dolaşıyordu. Otobüs beklemenin zaman kaybı olacağını düşünerek yol arkadaşımla taksiye binmeye karar verdik. Beyaz saçlı yaşlı taksi şoförüne limana gitmek istediğimizi söylediğimizde "Hangisine; yeni limana mı, eskisine mi?" karşılığını aldık. Dudaklarımdam "Titanic'in limanına" sözleri dökülünce de, taksi şoförü, ömür boyu unutamayacağım şu yanıtı verdi: "Titanic mi?.. Beyefendi o kalkalı çok oldu!.." Eski limanın idare binası ikinci Dünya Savaşı sırasındaki bombardımandan kurtulmayı başarmış bir kaç şanslı yapıdan biri. Saatli kubbenin tepesine dikili rüzgar gülündeki yelkenli gemi, Titanic yolcularının da dikkatini çekmiş olsa gerek. Saldırıdan kurtulmuş evlerin dış yüzeylerindeki gemi kabartmalarından, barların tabelalarına kadar eskiden kalan ne varsa, cebinde Titanic bileti taşıyan bir yolcunun gözüyle bakındım Southampton'a. Sanki, dört bacalı koca geminin hareket düdüğünü duyacakmışım gibi İtalyan lokantasında aceleyle yedim öğle yemeğini. Sokakta yürürken, Titanic'i kaçıran bir yolcu olduğumu duyumsadım. Yollar ne kadar da boş!.. Devasa gemi çoktan uğurlanmış, herkes evine dönmüş sanki. Görkemini kaybetmiş bir kent Southampton. Oysa öyle miydi bir zamanlar? Milattan sonra 500 yılında, Saksonlar tarafından, Itshen ve Test ırmaklarının birleştiği yerde kurulduğunda, denizcilerin gözbebeği olan bir liman kentiydi. İtalyan gemileriyle Akdeniz'den gelen şarap, meyve ve yiyecek sandıkları, doğudan gelen ipek ve baharat sandıklarıyla yanyana diziliyor, aralarından denizcilerin çeşitli dilleri kapsayan bir uğultu yükselerek martı çığlıklarına karışıyordu. Southamptom limanını süsleyen gemiler artık maket olarak Denizcilik Müzesi'nde sergileniyor. Ücretsiz olan müzede Titanic için ayrılan bölümde yolcuların, gemi mürettebatının eşyalarını, mektuplarını dakikalarca incelerken, kimse yanaşmıyor yanıma. Oysa James Cameron'un filmi kapalı gişe oynamıştı tüm dünyada. Ben de beş kez gitmiştim o filme. Ama Southampton'da anladım ki, Titanic'i' seyretmek için sinemaya giden benmişim yalnızca!.. Titanic'e değil, fakir oğlanla zengin kızın aşkınaymış tüm ilgi!.. Kimse merak etmemiş Kaptan Smith'e neler olduğunu? Cameron'un filminde, köşke çıkıp okyanusun yeşil sularının camı kırıp içeriye dolmasıyla boğuluşunu gördüğümüz Kaptan Smith, 19 Temmuz 1912'de görülür! Gören de, kendisiyle birlikte "Majestic" gemisinde görev yapmış olan Kaptan Peter Pryal'dır. Yanına yaklaşıp "Kaptan Smith nasılsınız?" diye sorduğunda "Çok iyiyim Pryal, ama beni tutma işim var" karşılığını alır. Öldü sanılan Kaptan Smith'i takip eden usta denizci, Washington'a tren bileti alırken görür eski dostunu. Burada Kaptan Smith son kez seslenir ona: "Kendine iyi bak denizci dostum. Tekrar karşılaşıncaya kadar." On beş kutu alarm tesisatı, iki sandık tenis topu, bir sandık eldiven, bir sandık diş fırçası, on iki sandık kuş tüyü, üç sandık sakız ve nice parfüm, bisküvi kutusu. Peynir, evet en çok da peynir yüklüydü Titanic. Bu yüzden "Peynir Gemisi" denilebilir ona. Tanrının bile batıramayacağı söylenen ama lafla yürümeyen peynir gemisi.W. E. Carter adına kayıtlı bir otomobil de vardı Titanic'de. Filmi izleyenler anımsayacaklardır; iki sevgiliyi bu otomobilin içinde seviştirmişti James Cameron. İki insan, küpeştesinde, yani arka kısmında tanışıyorlar Titanic'in. İkisi de geçmişlerine bakmaktadırlar. Geminin burnunda el ele tutuşuyorlar. Bu sefer gelecekleri vardır önlerinde. Ve geminin ambarındaki otomobilin içinde sevişiyorlar. Gemidesiniz ama bir otomobilin içinde sevişiyorsunuz! Cebimde taşıdığım kağıt gemiye "Titanic" diye yazıp, sulara bıraktıktan sonra Kaptan Smith'in "Adriatic" gemisinin kaptanıyken arkadaşı Dr. Williams'a söylediği sözleri anımsıyorum: "Sıcak suya kayan büyük aysberglerin su altındaki kısımları su üstündeki kısımlarından daha çabuk erir ve böylelikle suyun altında keskin bir bıçak oluşturur. Bu keskin bıçaklardan birine bir geminin çarpması durumunda geminin altı tamamen parçalanabilir." "Aşk da böyledir" diyorum yol arkadaşıma;"Bıçağını göstermez!"
|