| |
Demokrasi ve ekonomi
Başbakan Erdoğan, SABAH'ın 20'nci yılı için kaleme aldığı yazıda önemli bir saptamada bulundu: "Reformlar, özellikle de ekonomideki açılımlar, 90'lı yıllar boyunca yapısal reformlarla desteklenmedi." Ağır bedeller ödediğimiz krizlerin nedeni de o değil mi?.
SABAH, yayın hayatındaki 20'nci yılını bizim de katkıda bulunduğumuz 11 özel ekle kutluyor. Türkiye'nin 20 yılda nereden nereye geldiğini irdeleyen bu ekler dizisi dolayısıyla Başbakan Erdoğan da bugün yayınladığımız özel bir yazı kaleme aldı. Siyasal kaygılar bir yana bırakılarak tamamen objektif olmasına özen gösterilmiş bu yazıda çok önemli hatırlatmalar ve geçmişe yolculuk yapınca içimizi sızlatacak saptamalar var. Erdoğan örneğin, "80'li yıllara kadar dünyaya kapalı rejimler, açıklık politikası izlemeye başlayıp başarılı olurken, Türkiye ise 90'lı yıllarını heba etti. Kuşkusuz bu sürecin halkımız üzerindeki etkisi çok daha ağır oldu" diyor. 1989'da Berlin Duvarı'nın çökmesinden ve onu izleyen bir-iki yılda Avrupa'da komünizmin tarihe karışmasından sonra, eski Doğu Bloku ülkelerinin hızla dünyayla entegre olmalarını kastediyor. Bulgaristan'dan Polonya'ya kadar eski Varşova Paktı'nın tüm üyeleri liberal ekonomiye geçmek için düğmeye bastıklarında, Türkiye örneğin özelleştirmede onların en az 10 yıl önlerindeydi. Bugün o ülkelerin tümü özelleştirmeyi bitirdi. Türkiye ise programının yarısına ya geldi, ya gelmedi. Yitirilen zaman bir yana, heba olan ulusal kaynağın büyüklüğünü varın siz hesaplayın. Erdoğan'ın ekonomideki açılımların 1990'larda yapısal reformlarla desteklenememesi nedeniyle halkın ağır bedel ödediğini hatırlatan cümlesi bizi 1997 Martı'na götürdü. O günlerde, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları peş peşe Türkiye'nin notunu düşürüyordu. Yorumlarda bu gelişme, bütçe açığının büyümesi, borçlanma gereğinin artması, borç ödemelerinin GSMH'ya oranının fırlaması gibi olumsuz sinyallere dayandırılıyordu. Dönemin Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel, 26 Mart 1997'de İstanbul Sanayi Odası'nda yaptığı konuşmada, "Hayır beyler" demişti, "Not indirimi bu güncel gelişmelerden değil, yapısal reformlar için umut verici bir görüntünün olmamasından kaynaklanıyor." Sonra da dünyanın Türkiye'den beklediği adımları sıralamıştı: Vergi tabanının genişletilmesi, özelleştirmenin hızlanması, sosyal güvenlik ve emeklilik sisteminde köklü reform, kamu harcamalarının insan sermayesinin geliştirilmesine yani bilgi toplumuna dönüşmeyi sağlayacak hedeflere yönlendirilmesi, şeffaflık ve en önemlisi demokratik istikrar."
Kalkınmanın ön koşulu Ancak, o sıralar Türkiye ne kredi derecelendirme kuruluşlarının uyarılarına, ne Erçel'in çağrılarına kulak verecek, ne de reformları düşünecek durumdaydı. Zira liberal ekonominin tek dayanağı demokrasi duvarına tankların çarptığı 28 Şubat sürecinin en civcivli günleri yaşanıyordu. Bedeli 4 yıl sonra 2001 Şubat kriziyle önümüze konuldu. Daha acısı Türkiye, bu 20 yıllık dönemde kalkınmanın temel koşulu olan "iyi yönetişim" ile insan hakları arasındaki denklemi çok uzun süre kuramadı. Hem de Özal'ın her fırsatta "Sıkı sıkıya sarılın" diyerek hatırlattığı üç ilkesine rağmen: "Din ve vicdan özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü, girişim özgürlüğü." Güçlü bir ekonominin şeffaflıktan geçtiği, şeffaflığın ise yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, insan hakları, daha çok demokratikleşme ile sağlanabileceği SABAH'ın kurulduğu yıllarda siyasetçilerimizce görülüp gereği yapılsaydı, her şey bir yana, bugün PKK ve bölücü terör olabilir miydi? Erdoğan yerden göğe haklı; "Demokrasi, kalkınmanın ön şartı."
|