Alamam, annem kızıyor!
Aklım o minik mekanik kuşta kaldı. Ama alsaydım annem beni döverdi! Kredi kartı mağduru olduğumda hakime "Kuşum" ile ilgili açıklamalar yapmak zorunda kalırdım
Yine yollardayım... Bu kez güzeller güzeli Bamberg'ten ayrılışım biraz duygu dolu oldu. Bu kez kendime torpil yaptırdım ve ekibimize eşlik eden bir arkadaşın otomobili ile gittim Rüdesheim'a. Almanlar'ın otoyolları çok meşhur. Hem hız sınırı yok hem de kaymak gibi bir asfalt. Ancak daha ilginç bir şeyden bahsetmek istiyorum. Rüdesheim'a gittiğimiz otomobilde Navigasyon sistemi vardı. Yani gideceğiniz adresi girdiğiniz ve uydu aracılığı ile gideceğiniz yerin kapısına kadar yönlendirildiğiniz bir sistem. Sistemde bir kadın var, sürekli Almanca konuşup duruyor.
HEYECAN KALMIYOR Pratikte mükemmel. Ama teorik olarak biz Türkler'in çok hoşuna gideceğini sanmıyorum. Öncelikle yolculukta hiçbir heyecan kalmıyor. Kaybolur muyuz? Sevgilim, amansız bir adres sormama hastalığına yakalanacak mı? Gibi heyecanlar, bu sistem sayesinde hayatınızdan tamamen çıkıyor. Bir de yolu sürekli bir kadının tarif etmesi acaba Türk erkeğinin karizmasında rahatsızlık yaratır mı? Yol tarif eden kadının sesine aşık olup, yuva yıkan erkekler çıkabilir mi?... İşte bu tatsız sorular beni ciddi anlamda rahatsız etti. Zaten bu arada da Rüdesheim'a vardık. Şarap deyince aklıma Fransızlar geliyor. Hayır ben zaten şaraba fena halde Fransızım. Ama hani arkadaş toplantılarında ukalalık edilebilecek şarap kavramlarını biliyorum (Şardoney üzümleri, Bordo şarabı, Ömer Hayyam..vs.). Almanya'nın Rüdesheim kentinin şarap konusundaki başarısı hayli etkileyici oldu benim için. Kentin sokakları, özel şarap tadımları yapılan şirin restoranlarla dolu. Ve neredeyse her restoranın kendine özel bir şarap markası var. Kent, nehir kıyısında kurulmuş. Nehir kıyısında oteller, turistik dükkanlar var. Onların arkasında ise gözünüzün alabildiği yere kadar asma bahçeleri uzanıyor. Asmalar da tüm yapraklar gibi sararmış. Sokaklarda gezerken keyif almamak mümkün değil. Her restoran başka bir hikayeyi anlatıyor sanki. Bütün garson kızlar iki yüz yıl öncenin kıyafetleri ile dolanıyorlar. Yemekler de tam bizim damak lezzetimize göre: Bol baharatlı ve kızartmalı...
İŞTE MİNİK KUŞ! Öğleden sonra bir müze ziyareti yaptık. İnanılmazdı. Müzik setlerinin, kasetlerin hatta plakların bile olmadığı zamanlarda zengin insanların müzik zevki yaşadığı dev müzik makinelerinden oluşan mükemmel koleksiyon, teknoloji meraklılarının mutlaka görmesi gereken bir yer. İçinde viyolonselden davullara kadar birçok müzik aleti barındıran bu makineler, kağıttan nota şifreleri ile istenilen klâsik müzik şarkılarını çalabiliyor. Müzenin bir yerinde tam 3 bin parçadan oluşan, bir parmak boğumu büyüklüğündeki ıslık çalıp, kanatlarını oynatabilen kuşa hayran kaldım. Gezinin sonunda bu kuşun günümüzde üretilen örneklerini satın almak mümkün. Ancak benim için çok mümkün olmadı. Fiyatı 500 Euro idi. Tam o anda cebimdeki kredi kartımda şiddetli bir titreşim hissettim. Tamam işte harcama menziline girmiştik. Tam elimi atıyordum ki gözümün önüne önce "Yoktur yemeye, kuşla gider...." diye bağıran annem geldi. Ardından da kendimi hakim karşısında gördüm. "Rahşan Hanım, yani şimdi kredi kartınızın limitini bu "kuş"la mı doldurdunuz?" Bu sahnede minik kuşum iddia makamının elinde çırpınmaktadır... Olay yerini terk ettim. Ertesi sabah artık Almanya seyahatim sona eriyordu. Ama organizasyon bitmemişti. Şimdi Dr. Oetker'in sahip olduğu ve hala içinde 80 yaşındaki ilk sahibinin hayatını sürdürdüğü dev şatoya gittik. Bir de asla unutamayacağım bir teleferik gezisine imza attık. Sisli bir havada altımda boylu boyunca uzanan üzüm bağları ve buz gibi bir hava beni çoook uzaklara götürdü. Sayın okurlar, yazarımız Rahşan Gülşan kendini bekleyen tehlikelerden habersiz, yeni maceralara doğru ilerlemektedir... Ayrıca kendisi için bir şey istiyorsa da namerttir... - BİTTİ -
|