Alınacak dersler
3 Ekim tantanası, travması, heyecanıyla geride kaldı. Ancak gazete ve televizyonlar, tıpkı 17 Aralık sonrasında olduğu gibi, 3 Ekim heyecanını birkaç gün daha sürükleyebilmek için, türlü türlü "perde arkası" hikayesi aktarıyor. Gerçekten de bu tarihi günde kapalı kapılar ardında ne olduğunu öğrenmek, dünya liderleri arasındaki telefon pazarlıklarının nasıl olup da 70 milyonun kaderini etkilediğini görmek heyecanlı. Ama 3 Ekim ve bundan sonraki süreci, bu adrenalin yüklü anlar ve onu anlatmakta kullanılan klişeler ötesinde salim kafayla düşünmek gerekiyor. "Nefes kesen pazarlık", "kıran kırana mücadele", "Türkiye'nin resti" iyi hoş da, tam olarak ne oldu, nereye gidiyoruz? Konuştuğum Türk ve yabancı kaynaklar, müzakerelerin 2 kere kopma noktasına geldiğini anlatıyor. Bunlardan biri, 3 Ekim sabahı kangrenleşen Avusturya krizi ; diğeri de yine aynı gece saat 7 sularında, AB Konseyi'nin önceden yaptığı teklifi geri çekmesiyle Erdoğan'a "Buraya kadarmış" dedirten düğüm... Biraz daha deşelim. Son krizin anatomisi ilginç. İngiliz Büyükelçi Peter Westmacott, Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Gül, ve bakanların toplandığı Parti Genel Merkezi'ne geldiğinde, elinde "Beşinci Madde" (artık diye adlandırılan Kıbrıs krizini aşacak metin var. Bu metin, Türkiye'nin istediği gibi AB Konseyi'nin açıklamasını içeriyor. Böylece Türkiye, Kıbrıs'ın NATO üyeliğine kapıyı aralamaya zorunlu bırakılmayacak. Başlığı ise "Konsey Adına Yapılan Başkanlık Deklarasyonu." Başbakan'ın istediği gibi, yalnız dönem başkanı olan İngiltere değil, AB Başkanlık Konseyi'nin de imzasını taşıyor. Akşam saat 7 sularında, hükümet bu metni kabul edecek gibi; ancak o sırada garip bir şey oluyor ve Lüksemburg'daki dışişleri bakanları toplantısından Westmacott'a gelen bir telefon, AB'nin pazarlıkta "geri adım" attığını, bu teklifin artık geçerli olmadığını söylüyor. Yüzü bembeyaz olan Westmacott, Rumlar'ın "fikir değiştirmesi" nedeniyle metnin "Konsey Adına Yapılan Başkanlık Deklarasyonu" yerine Türkiye'nin reddettiği orijinal haline döndüğünü, yani "Başkanlık Deklarasyonu" olarak değiştiğini söylüyor. İşte Avrupa Birliği'yle iplerin gerçek kopma noktası bu. Sonunda iş, Tony Blair'le Erdoğan arasındaki telefonda halloluyor. Blair, deklarasyonun adının yeniden değiştirilmesini, böylece yalnız İngiltere değil aynı zamanda tüm AB tarafından bağlayıcı bir metin haline gelmesini sağlıyor. Ancak Erdoğan da bir noktada esnek davranıyor. Blair'in ısrarı ve Dışişleri'nin "Hukuki olarak bir fark yok" görüşü üzerine, Kıbrıs açıklamasının metnin "içine" monte edilmesi ısrarından vazgeçerek, çerçeve belgesine iliştirilmesini kabul ediyor. Bunlardan çıkarılacak dersler ne? Öncelikle, Avrupa'nın ille de düşmanlar yuvası değil, zorlu pazarlıklar ve ittifakların olduğu bir birlik olduğu. İkincisi, AB'de pazarlık yapmak için, "vurdu mu oturtur" tarzı restleşme yerine, satranç oynar gibi taktiksel davranmak gerektiği. (Ki bunda henüz pek başarılı değiliz.) Üçüncü ve en önemli ders, nerede direnip nerede esneklik göstereceğini iyi bilmek gerektiği. Örneğin Erdoğan, AB Konseyi'nden gelen Kıbrıs deklarasyonunun başlığı konusunda, masadan kalkmak pahasına ısrar etmekte haklıydı. Ancak bu tavizi kopardıktan sonra, Blair'le konuşmasında da (Dışişleri'nin de telkiniyle) esneklik göstererek, "metnin içine konsun" ısrarından vazgeçti. Liderlik de bunu gerektirirdi...
|