Beyoğlu'nun En Güzel Abisi...(3)
Ertesi sabah merkezde kriminologumuz Zeynep de katıldı aramıza. "Boğazı kesilerek öldürülmüş" diye açıkladı Ali. "Adam kendi kanının içinde yüzüyordu." Zeynep'in güzel yüzünde bir kararsızlık ifadesi belirdi. "Yine de otopsi sonucunu beklemek lazım" diye mırıldandı. Ali ters ters baktı Zeynep'e. "Tamam otopsi sonuçlarını bekleyelim ama görünen köy kılavuz istemez. Herifin damarlarında kan kalmamış diyorum sana." Anlaşılan yine araları bozulmuştu bunların. İkisi de deli gibi birbirlerine aşıktı ama ne bizim keçi inatlı Ali, ne de gururuna düşkün Zeynep dile getirebiliyordu duygularını. Rahatlayamadıkları için de, şimdi olduğu gibi sık sık kavga ediyorlardı. "Siz neyi paylaşamıyorsunuz yine Allah aşkına" diye girdim aralarına. "Birbirinizi kırmaya gerek yok. Zaten otopsi olacak, zaten sonuçları göreceğiz." "Şimdi Zeynepcim" diyerek konuya döndüm. Elimle delil torbasındaki cep telefonunu işaret ederek, "Sen maktulün telefonunu bir araştır. Kimlerle konuşmuş bir tespit et. Ayrıca Olay Yeri İnceleme ekibiyle temasa geç. Maktulün üzerinden başka bir şey çıkmış mı? Parmak izi, saç teli, bizi katile götürebilecek ayrıntılar yani..." dedim. Bakışlarımı Ali'ye çevirdim. "Biz de şu Sağır İhsan'a bir uğrayalım, bakalım ne anlatacak." Delil torbasından, ucunda iki anahtar sallanan plastik anahtarlığı çıkardım. "Oradan da maktulün evine geçeriz. Bu anahtarlar evinin olmalı." Sağır İhsan'ın kumarhanesine girerken, birkaç saat önce Çetin'in cansız bedeninin yattığı yere takıldı gözlerim. Kanı yıkamışlardı ama sokağın ortasında simsiyah bir leke olduğu gibi duruyordu. 'Tarlabaşılılar Kulübü'nde Sağır İhsan'ı bulamadık. Bizi, Ragıp adında sağ yanağı boydan boya bir falçata yarasıyla kaplı, iri yarı bir adam karşıladı. Patronunun, Bolu'ya gittiğini söyledi. Güya Sağır İhsan'ın yeğeninin düğünü varmış. Doğru muydu, yoksa Çetin'i öldüren Sağır, sırra kadem mi basmıştı, yakında anlayacaktık. Hiç bozuntuya vermeden, gelince emniyete uğramasını söyleyip ayrıldık. Ama her olasılığa karşı kulübün girişini kontrol altında tutacak, Sağır geldiğinde de gözaltına alacak sivil bir ekip bıraktık. Artık maktul Çetin Yordam'ın, Karanlık Bakkal Sokak'taki evine gidebilirdik. Karanlık Bakkal Sokak, bir zamanlar İstanbul'un en güzel semtlerinden biri olan Tarlabaşı'nda yer alıyordu. Rumlar'ın, Ermeniler'in korkutularak, ülkeden kaçırtılmasından sonra burası kadın, erkek her türlü fahişenin, hırsızların, uyuşturucu satıcılarının, doğudan göç etmek zorunda kalan yoksul, düşkün insanların yaşadığı tehlikeli bir semt olmuştu. Çetin'in yaşadığı apartman da tıpkı Tarlabaşı gibi bakımsızdı, kirliydi. Apartmanın kapısından içeri girince küf, yemek, çiş karışımı yoksulluğu çağrıştıran bir koku çarptı burnumuza. Bir zamanlar bilmem hangi ünlü Ermeni ustanın yaptığı, mermer taşları yıpranmış merdivenleri tırmanarak Çetin'in oturduğu 4 numaralı dairenin önüne geldik. Anahtarı kilide sokmadan önce, içeriyi dinledik; ses seda yoktu. Biz de sessiz olmaya çalışarak, kapıyı açıp içeri süzüldük. Evde kimsecikler yoktu. Buna şaşırmadık da, dairenin derli toplu olduğunu görünce, kafamız karıştı. Sanki burası yalnız yaşayan bir kumarhane fedasinin değil de, tertipli düzenli, temizlik takıntısı olan bir kadının eviydi. "Belki de adamın bir sevgilisi var, Başkomserim" diye mırıldandı Ali. Yanıt vermek yerine bir oda, bir salon ve küçük bir mutfakla, banyodan oluşan daireyi aramaya koyuldum. Ali de beni izlemekte gecikmedi. Salondaki eski büfenin çekmecelerini, koltukların altını, yatağın her yanını, mutfaktaki dolapları, hatta yerdeki makine halısının altını bile kontrol ettik ama cinayeti çözmemize yardımcı olacak hiçbir kanıt bulamadık. Ben hala umutla salondaki küçük dolabı araştırırken, Ali yatak odasından seslendi. "Bakar mısınız Başkomserim!" Ali'nin yanına gittiğimde, yüzünde biz erkeklere mahsus aptalca gülümsemeyle elindeki iki fotoğrafı sallayarak, "Şunlara bir bakın Başkomserim" dedi. "Bizim maktul çapkın biriymiş anlaşılan." İki ayrı fotoğrafta bizim Çetin iki ayrı kadınla birlikteydi. İlk fotoğraftaki kadın daha gençti, daha güzeldi ama abartılı bir makyajı vardı, giysileri de öyle. Oysa yüzündeki ifade son derece masumdu, sanki beni koru dercesine sokulmuştu Çetin'e. Çetin ise soğuk, kendinden emin bir tavırla bakmıştı kameraya. İkinci fotoğraftaki kadın da güzeldi ama biraz geçkinceydi. Makyajı abartısız, giysileri kusursuzdu, iri yeşil gözlerinde tuhaf bir gurur okunuyordu ama o da büyük bir hayranlıkla bakıyordu bizim rahmetli maktule. Çetin ise önceki fotoğrafta nasılsa bunda da öyleydi, soğuk, umursamaz, sanki yanında kimse yokmuş gibi. Bir yazı, bir not bulurum umuduyla fotoğrafların arkasına baktım, ne yazık ki yoktu. "Bu kadınlarla aynı zamanda mı çıkıyordu acaba?" diye mırıldandım. Ne demek istediğimi anlamıştı Ali. "Eğer öyleyse, bir kıskançlık cinayeti de olabilir" diye tamamladı sözlerimi. Birden yatak odasındaki aynanın köşesine iliştirilmiş kartpostala takıldı gözlerim. Aynaya yaklaştım; bu, Kilis'in üç değişik fotoğrafının kolaj yapıldığı şu tipik bayram kartpostallarından biriydi. Kartpostalı aldım, arkasını çevirdim. Bu defa bulmuştum. "Sevgili Ağabeyciğim" diye başlayan bir not vardı kartpostalın arkasında. Yakın gözlüklerim yanımda olmadığı için Ali'ye uzattım. "Ne yazıyormuş oku bakalım." "Sevgili Ağabeyciğim, Ramazan Bayramını kutlar, ellerinden öperim. Allah hepimizi, sağlık ve sıhhat içinde hep bu günlere çıkarsın. Annem, ben, seni çok özlüyoruz. İstanbul'da bir olay duysak, yüreğimiz ağzımıza geliyor. Gerçi Yüreğir Oğulları'ndan şimdiye kadar bir ses çıkmadı. Bizi taciz ettikleri filan da yok. Ama biliyorsun onlar çok sinsi, karda yürür izlerini belli etmezler. Kendine çok dikkat et. Biraz zaman geçsin, olaylar küllensin, bir fırsatını bulup, anamı sana getireceğim. Şimdi erken, inşallah o gün de gelecek. Allah'a emanet ol. Kardeşin Memduh."
Ahmet Ümit
|