Çerçeveden çıkmak
Hükümet önümüzdeki günlerde hayli zor ve sorumluluğu da o derece yüksek bir karar almak zorunda. 3 Ekim günü AB ile üyelik müzakerelerine başlamak veya başlamamak kararı bugünkü şartlarda ve önündeki verilerle alınacak. Bu hükümetin kamuoyuyla pozisyonlarını paylaşma, siyaset üretirken toplumu işin içine katma alışkanlıkları yok. Bu nedenle hem toplumu siyaset dışında bırakıyor, hem de kendi bu tartışma eksikliği içinde siyaset üretmekte zorlanıyor. Toplum AB üye ülkelerinin tutumları ve bazı üye ülke siyasetçilerinin sözlerinin iticiliği nedeniyle burnundan soluyor . AB ile Türkiye arasında derin bir güven bunalımı yaşanıyor. Dahası Türkiye'de AB sürecini başından beri desteklemiş ve konuya vakıf kişilerden de Türkiye'nin bazı şartları kabul etmemesi, Birliğin Rumlar lehine tarafgirliği sürdüğü taktirde radikal bazı adımlar atılması yönünde görüşler, haklı olarak dile getiriliyor. Tam da bu bağlamda Avrupa Parlamentosu'nda yapılan tartışmaların niteliğine, belgelerin şekillenmesinde çıkan kavgalara bakıldığında şu sonuçlara varmak da mümkün. Birincisi, tarihinin hiç bir döneminde olmadığı kadar, Türkiye kararı AB açısından kendi kimliği ve geleceğinin niteliğini belirleyecek bir karar. Dahası ilişkilerin tarihinde belki de ilk kez Türkiye'nin AB ülke ve kurumlarında ciddi ve ağırlığı olan destekçileri var. Bu açıdan bakıldığında Türkiye ve hükümet kararı soğukkanlılıkla ve son dönemde tanık olunan siyasal kepazeliklerden, Rumlar'ın göz göre göre kayırılmasından çok kurumsal kazanımlar ve süreçler üzerine odaklanarak vermelidir. Vereceği kararı da müsbet ya da menfi kamuoyuyla etraflıca paylaşmalıdır. Kamuoyu kararı gerekçeleriyle, siyasi boyutlarının tümüyle ve olası sonuçlarıyla bilmelidir ve doğru olduğu konusunda işin mantığı içinde ikna edilmelidir.
Beşinci madde önemli Üzerindeki tartışmaların halen devam ettiği Müzakere Çerçeve Belgesi'ne bu açıdan bakıldığında ortaya çıkan tablo net. Komisyon'un hazırladığı ve hükümetin itiraz etmediği, kamuoyunun da fazla bir tepki göstermediği taslak iki ekle neredeyse aynen korunmuş. Ancak özellikle yeni konan ve Türkiye'nin üyelik aşamasına gelirken Rumlar'ın uluslararası örgütlere girmesini veto etmemesini isteyen beşinci madde Türkiye açısından kabul edilebilir bulunmuyor. Bu ülkenin asıl kırmızı çizgisi ise herhangi bir belgede ' imtiyazlı ortaklık' seçeneğine atıf yapılması. O durumda Türkiye haklı olarak müzakerelere başlamayacak ve ilişkiler en iyimser tahminle 1997'deki Lüksemburg kararından sonrakine benzer bir döneme girecektir. Bu durumdan tarafların ikisi de yaralı çıkacaktır. Geçmişin muhasebesi ve hataların analizi önümüzdeki dönemlerde yapılacaktır. Türkiye için esas olan gerçek, kırmızı çizgileri geçilmediği taktirde müzakereleri başlatmaktır . Bunu yaparken Türkiye haklı olduğu konularda, AB'nin kendi ilkelerini çiğneyerek sergilediği haksızlıkları dile getirmeli, Kıbrıs'ta BM sürecine dönülmesini ve Kıbrıslı Türkler'e yönelik ambargoların kalkmasını talep etmelidir. Kıbrıs, AB'yi peşinden sürüklemeye devam ettiği taktirde de Türkiye tek taraflı olarak müzakereleri askıya alma hakkını mahfuz tuttuğunu belirtmelidir. Gereksiz yere müzakerelere başlamayarak yeminli Türkiye düşmanlarını sevindirmek akıl kârı değil. Ancak Türkiye, maliyeti çok yüksek bir adımı atmak zorunda da kalabilir. Ondan sonrası Seyfettin Gürsel'in yazdığı gibi Türkiye çıpasının yaratılıp yaratılamayacağına bağlı.
|