| |
|
|
Bir ölümün ardından
Ata'nın ölümü ardından verilen haberler, sarf edilen sözler okurlarda sert tepki yarattı. Hassasiyetleri gözetecek, güven yaratıcı bir habercilik nasıl olmalı?.
Uzun zamandır, hiçbir haber bu kadar sert bir tepki dalgasına yol açmamıştı. "Gelinim Olur Musun?" yarışmasının "kaynana"sı Semra Türk'ün oğlu Ata'nın ölümü ardından, annesinin yaptığı açıklamalar ve cenaze töreninin "biçimi" çok sayıda Sabah okurunu tepkiye yöneltti. Zaten, malumunuz, bu haberin önemseniş ve veriliş ölçüleri de özellikle TV'ler bağlamında yoğun biçimde tartışıldı. Sert eleştirilere yol açan Sabah haberi 20 Eylül tarihli birinci sayfada yer almıştı, Benim Oğlum Şehit Oldu başlığını taşıyordu. Haberde Semra Türk'ün "Ben asker kızıyım, üzgün değilim. Bunca şehit varken benim de şehit vermem gerekiyordu.." şeklinde sözleri vardı. Çok değişik kesimlerden okurlar, işte bu sözlerden ötürü gazeteyi sorumlu tutan ve düzeltmeye davet eden mesajlar ilettiler. Arayanlar arasında Diyarbakırlı iki eski özel harekat mensubu, kardeşlerini PKK ile mücadelede şehit vermiş iki aile efradı da vardı. Tepkiler, Ata'nın Türk bayrağına sarılı tabutuyla düzenlenen cenaze törenine de geldi. Eleştirilerde ortak çizgi şuydu: "Sıradan bir ölüm olayı, arka planında medya olduğu için, medyanın körüklemesiyle toplumda bir okurun ifadesiyle 'yapay ün' kazandırılmış kişiler olduğu için bu kadar büyütülmemeliydi". Aslına bakarsanız, "oğlumu şehit verdim" şeklindeki bir iddia Sabah gazetesine ait değildi. Bu sözler Semra Türk'ün ağzından çıkmış ve bir TV kanalına atfen verilmişti. Gelen sert, duygusal tepki dalgasında okurlara izahat da kolay değil. Bazı okurlar "o ne dediyse dedi, bu saçmalıklara siz ne alet oluyorsunuz?" notunu düştüler. Terör nedeniyle yaşanan ölümlerin toplumda yarattığı hassasiyet küçümsenecek türden değil elbette. Gençlerini kaybeden ailelerin acısına saygı önemli. Aslında önemli bir nokta şu: İnfial yaratacağı bilinen, sansasyonel ve duygusal beyanatlar verilmeli mi? Türkiye öyle sansasyon düşkünü bir ülke oldu ki, bu düşkünlüğe katkısı olduğu yadsınmayan medyamızda bazı temel ilkeler toz duman arasında kayboldu gitti. Her ne türden olursa olsun, bireysel veya kitlesel acı anlarında habercilik hassas bir çizgi üzerinde yürümek zorunda. Çok yakınını kaybetmiş, büyük bir şok yaşamış insanlardan o acı veya şok çok tazeyken açıklama, tepki almalı mı? Batıda aklı başında gazetecilerin çalıştığı makul ve ciddi hiçbir haber kuruluşu buna yönelmiyor. Haberci bunu yapsa da editörler haber olarak sunulmasını engelliyor. Meslek sorumluluğu bunu gerektiriyor. Neden? Irzına yeni geçilmiş bir kıza "ne hissediyorsun?" diye sormanın mantığı yok çünkü. Oğlunun ölüm haberini yeni almış, travmaya gömülmüş bir annenin ağzından çıkan sözlerde sağduyu mu aranacaktır? Babası gözünün önünde yeni öldürülmüş küçük bir çocuğa "nasılsın?" diye sorup, cevapta "haber değeri" görmenin vicdanla bir bağlantısı var mıdır? İnsanların acısına saygı göstermek, onları o acılarla, şoklarla baş etmeleri için yalnız bırakabilmek de gerekir. Okurlar galiba bizim bu soruları kendimize meslek ilkeleri dışında başka bir kaygı gütmeden daha sık sormamızı bekliyor. Başbakanın son medya eleştirisinde de bu beklentinin yansımaları var. Sabah, Ata'nın ölümü haberlerini izlerken, şehit yakınlarıyla okurlardan gelen tepkileri de yansıttı. Hemen ardından, habercilik açısından yapılması gerekene yönelerek, gençler arasındaki uyuşturucu kullanma eğilimlerini yansıtmaya yöneldi. Sabah, bir gazete. Görsel medyaya göre avantajı, okurlara Ata olayı gibi sansasyon boyutu taşıyan, ama aslında toplumun kendisine ait ipuçlarını da veren gelişmelerde, esas sorunlara daha sakin, daha akılcı ve analitik yaklaşma olanaklarına sahip olması. Kullandıkça okurların güveni artacak.
|