Hıncal'ın gördükleri
Yani, ben de az yer görmedim!.. Hıncal Uluç'un gezi yazılarını içeren "Hıncal'ın Gördükleri" adlı kitabın her sayfasında "Ben de oradaydım" dedim kendi kendime... İkinci Dünya Savaşı yıllarında yüz binlerce Yahudi'nin katledildiği Auschwitz Toplama Kampı'nı bir kez daha gezdim Hıncal Uluç'u okurken. Hem de, hocanın kaleminden öğrendiğim şu öykü tuttu elimden: tarafından yerinden indirilen obelisk, oğlu Constantinus (337-361) tarafından İskenderiye'ye getirilse de 390 yılında, I. Theodosius döneminde İstanbul'a dikilmiş. Yani, nereden bakarsanız 60 yıllık bir yolculuk var ortada! Paris'te, Botero adlı bir heykeltıraşın şişman heykellerini de anlatıyor Uluç; bronzdan dökülmüş bir sürü şişman kadın ve adam heykeli... Şişman kedi heykelleri de vardı!.. Ben de gördüm o heykelleri, Champs- Elysees Caddesi'ni bir galeriye dönüştürmüştü. Salzburg'da da inek heykelleri basmıştı tüm kenti! Hıncal Çelebi'nin gezi yazılarında gittiği ülkelerin gece hayatı da var, mutfağı da, doğal güzellikleri de... Tarih!.. O da var elbette. İşte onlardan biri: "İsa'dan 68 yıl sonra, Romalı subay Torpes'in kafası, İmparator Neron'un emriyle kestirilir. Torpes'in suçu, Hıristiyan olması ve imparatorun emri rağmen, inançlarından vazgeçmemesidir. Torpes'in başsız cesedi İtalya sahillerinde bir kayığa konur, yanında bir köpekle denize bırakılır. Roma inançlarına göre bir insana yapılabilecek en büyük hakarettir bu. Akıntı sandalı Fransa sahillerinde minik bir Yunan kolonisine getirir..." "Biri 17, öteki 13 yaşında olan iki çocuğuyla Yahudi bir aile kampa vardıklarında, çocuklar ayrı bir kuyruğa sokuluyor. Küçük kız durmadan ağlıyor, anne ve babasının yanına gitmek istiyor. Abla, nöbetçilerin görmediğinden emin olunca kardeşini karşı gruba itiyor..." Hıncal Uluç, kardeşini bulunduğu gruptan kendi elleriyle ayıran ablanın İsrail'de yaşadığını ve yıllar sonra Auschwitz'e geldiğini yazıyor. Yaşlı kadın, "Kardeşimi kendi ellerimle ben öldürdüm" diye ağlamış saatlerce. Nereden bilsin, anne ve babasının bulunduğu kuyruğun sonunda insanların diri diri yakıldığı fırınlar olduğunu!?. Bir kez daha gözümde canlandı, Auschwitz'deki o korkunç görüntü; katledilen insanlardan geriye kalan iki ton ağırlığındaki saç yığını ve yüz binlerce ayakkabı!.. Hıncal Uluç için Brezilya ve Mısır gezilerinin toplama kampının fırınlarından bir farkı olmamış. Bunun nedeni, her iki yerdeki aşırı sıcak havadan başka bir şey değil. Brezilya'yı "kahve yapmayı bilmeyen kahve ülkesi" olarak tanımlayan Uluç'un yazılarından Mısır'ı sevdiği anlaşılıyor. Kitaptaki 65 yazıdan 17'si Mısır üstüne!.. Hıncal Çelebi, özellikle de piramitlerin sırrına takmış kafayı; öylesine güzel ve anlaşılır bir dille anlatıyor ki, piramitler televizyon ekranında bir belgesel izler gibi yükseliyor gözünüzün önünde. Mısırlılar bir konuda yanıltmışlar hocayı... Sultanahmet Meydanı'ndaki dikilitaşı Karnak Mabedi'nden söküp getiren "Osmanlı halifesi" değil, Bizanslılardır... Mısır'a hayat veren Nil Nehri'nin Akdeniz'e dökülüp, İstanbul'a kadar ulaşamamasından dolayı olsa gerek, Dikilitaş öyle kolaylıkla gelememiştir İstanbul'a!.. I. Constantinus (324-337) Akdeniz'in en güzel sahil kentlerinden biri olan St. Tropez, Torpes'in trajik sonundan alıyor adını. Doğasına hayran kaldığım kentte sadece 7 taksi olduğunu bilmiyordum, Uluç'tan öğrendim: "St. Tropez iyi para kazansın ama bozulmasın, kirlenmesin, güzelliğini ve sessiz, sakin özelliğini muhafaza etsin." Çocukluğumda haritalara bakmayı çok severdim. Büyük Atlas'ın arka sayfasında elimi rastgele bir yere koyar, oradaki kentin adını bulunduğu sayfada arardım. Bulursam, o yeri gerçekten gördüğüme inandırırdım kendimi. Kentlerin kartpostallarına da dalar gider, bir turist gibi gezinirdim hayal dünyasında... Hıncal Uluç'un kitabı Minsk'ten başlıyor... Katoviçe, Paris, Cannes derken St. Tropez'in büyülü dünyasında buluyoruz kendimizi... Oradan ver elini Manchester, Moskova, Lüksemburg... Sonra Rejkavik ve Rio de Jenerio... Birden, Nil üzerinde bir teknede yolculuk yapıyoruz... Brüksel'den Helsinki'ye, oradan da Roveniemi'ye ulaşıyoruz... Tıpkı, harita üstünde oynadığım oyun gibi! Böylesine renkli ve çılgın bir yolculuğu kim yapabilir dersiniz? Benim tanıdığım iki kişi var; biri Noel Baba... Hıncal Uluç'un kitabı da Laponya'da, Noel Baba'nın evinde bitiyor!.. Sabri Esat Siyavuşgil ne de güzel söylemiş: "Pasaport, en güzel bir seyahat romanıdır."
|