Dünyanın ruhu
Muhtemelen hemen arkasında cesetler yüzüyor. Daha doğrusu, takati kesilmiş, pes etmiş insanlar, artık yüzemedikleri için ceset ceset sürükleniyor. Rengarenk ABD'nin siyah fonu. Kapkara derinlikte, gözleri donmuş annesinin, o bebek alnına gömülmüş burnu ve dudaklarından şefkatin nefesini alan bir çift minik kara göz. Simsiyah yoksulluğun, kapkara açlığın, karanlık umutsuzluğun "özel mülkiyet"e zarar vermesini önlemek üzere, "yağmacı siyah" vurmak üzere konuşlanmış, "terörist öldürmeye" şartlanmışken şaşırmış askerler. Neyin zenginlik... Neyin demokrasi... Neyin özgürlük... Neyin refah... Neyin mutluluk... Neyin huzur... Neyin doğal... Neyin doğal... Neyin güvenlik... Neyin insanlık olduğunu yeniden tanımlamaya muhtaç bir dünya.
Hani, bir sürü yazılar yazmıştık ve bu ülkenin yüzde 80 ahalisiyle birlikte "Amerikan düşmanı" sayılmıştık ya... Sayılmıştık; çünkü, "dost yazılar, dostça kelamlar" döktürenler varken, öyle olmuştuk. Şimdi ne olabiliriz mesela diye düşündüm. "ABD dostları"nın bu yoksulluk, bu acizlik, bu felaket, bu ayrımcılık karşısında nasıl bir derinlikte üzülebileceğini merak ettim. Genellikle aynı kalemler, aynı vicdanlar, eh yüzde 80'i değilse bile, bu ülke halkının en azından TV ekranına bakıp da üzülebileni, ağlayabileni; o siyah çocuklar, yoksul anneler ve akıp giden cesetler için de bir an olsun acı çektiğinde... Yani Dicle'de sürüklenen Iraklı cesetleriyle, tsunamide yok olan Açehli çocuklarla, New Orleans'ta sele kapılan Amerikalı cesetleri arasında hiçbir ayrım yapmadan yüreği yandığında... Dost muyuz, düşman mı ve kime, neye karşı... kimden, neden yana?
Geçenlerde, Spiegel dergisi, Almanya'da ciddi bir çoğunluğun yeniden "Marx'ın kapitalizm eleştirisi"ni değerli bulmaya başladığını duyurmuştu kocaman kocaman. Fransa'nın ünlü yazarlarından Jacques Attali, "Hiçbir zaman, kelimenin herhangi bir manasında Marksist olmadım" diye açıklık getirerek yeni (muhtemelen çok satacak) kitabını "Karl Marx ya da dünyanın ruhu" adıyla çıkardı. Mesele belki de, insanların Marksist, şucu bucu olmanın ötesinde, yaşadıkları hayatın, içinde debelendikleri dünyanın, tüketerek mutlu oldukları ama ruhlarını tüketen sistemin, en zengin ülkelerden en yoksullara her yere sinmiş adaletsizliğin ciddi bir eleştirisine muhtaç olmalarıydı. Ne istediğinin, neyi istemediğinin belki pek ayırdına da varmadan, bu adaletsizliğe dair muhalefet, hayatın başka değerlerine dair sesler, çaresizlikler karşısında dayanışma ihtimaline ihtiyaç duymalarıydı.
Irak... Tsunami... İklim felaketleri... New Orleans... Varolan uluslararası düzenin, uluslararası işbirliklerinin, sözde dayanışma kurumlarının, hakim globalleşme ve piyasa anlayışlarının, bu kadar askerileşmenin, kağıt üstündeki demokratikleşmeler ile ekonomik, sosyal adalet ufku olmayan insan hakları zihniyetinin geberik olduğunu kanıtlayıp duruyor. Ruhunu tüketmiş ve çürütmüş bir dünya, ama uhrevi ama dünyevi arayışlara daha çok koşturacak herhalde. Madde bu kadar da ruhsuz ve kuru kalabilir mi!
|