Eylülün gölgesi
Ayların kraliçesi eylül bu yıl hayli zorlu geçecek. AB içinde kendi siyasal krizlerini Türkiye üzerinden aşmak isteyenler var. Aniden Kıbrıs aşkı ve AB ruhu düşkünlüğü depreşen Başkan Chirac ve tüm AB liderlerine mektup gönderen Angela Merkel, müzakerelerin başlamasını engellemek istiyor. En azından müzakerelere imtiyazlı ortaklık hedefiyle oturulmasını sağlamaya çalışıyorlar. Türkiye içinde de bu sürecin kesilmesini isteyenler var. Bunların kimisi sürekli Sevr ve bölünme korkularını körüklemeye çalışan ve Türkiye'ye güvenmeyenler. Bir kısmı savaş ortamı yeniden canlansın isterler. Yalnızca kendi tasavvurlarında var olan bir "AB yanlısı aydın" profiline saldırarak iç boşaltan, Türkiye'nin makul siyasetler uygulamasını önleme hevesindeki takıntılılar bir diğer saf. Eski dışişleri bakanı İlter Türkmen'in dünkü Hürriyet gazetesindeki yazısı, Sevr ile ilgili psikolojik takıntıya güzel bir yanıttı. Türkmen "Sevr, bir imparatorluğun çöküşünün ve İttihat Terakki yönetiminin şuursuz politikasının bir simgesiydi. Antlaşma üstelik hiçbir zaman uygulanamamış, ölü doğmuştu. Lozan ise Atatürk'ün liderliğinde Türk milletinin silkinişinin ürünüydü. Lozan'dan sonra Türkiye Cumhuriyeti kazanımlarına devam etmiş, Montreux Antlaşması imzalanmış, Hatay Türkiye'ye katılmış, Türkiye İkinci Dünya Savaşı'nı kazasız belasız atlatmış, NATO'ya üye olarak güvenliğini kuvvetlendirmiş, Kıbrıs'a 1974'te başarılı bir müdahale yapabilmişti. Sevr, tarihin küflü sayfalarına gömüleli artık 85 yıl oluyor." diye tarihi hatırlatmayı yapıyor.
Merkel ve Chirac, AB bunalımı Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök de 30 Ağustos mesajında topluma "83 yıl öncesini bir kez daha okumalarını, o günkü hal ve şartlarla günümüzdekileri karşılaştırmalarını ve ulaşılan başarının itici gücünü keşfetmelerini öneririm. Bu onlara özgüven ve cesaret verecektir" diyordu. Atatürkçü Düşünce Sistemini 1930'larda donduranların aksine Orgeneral Özkök bunu "kendi içine kapanmadan gelişmeleri sürekli izlemek, değerlendirmek ve bunları akıl süzgecinden geçirmek, gelişime ve değişime ayak uydurmaktır" diye tanımlıyordu. Bu durumda da toplum olarak "kendimizi olduğumuzdan aşağıda görme alışkanlığımızı terk etmeliyiz" diyerek, AB üyeliğini de Cumhuriyet'in temel hedefinin bugünkü durağı olarak gördüğünü tekrarlıyor. Chirac ve Merkel ve diğerlerinin histeri derecesine varan engelleme çabaları, Türkiye ile ilgili bir problemden çok Avrupa içindeki bir bunalımı yansıtıyor. Türkiye'nin bu durumda yapması gereken soğukkanlılığı elden bırakmadan, bu yolda elde ettiği kurumsal kazanımları sonuna kadar kullanmak olmalıdır. Karşı tarafın ilkesizliğine, ırkçılığa varan çıkışlarına, tehditlerine kapılarak sinirlenmek ve ölçüsüz tepkiler vermek tam da onların ekmeğine yağ sürmek olacaktır.
Ret, dünyanın sonu olmaz Kaldı ki Türkiye artık geçmişte olduğu gibi yalnız da değil. AB içinde stratejik nedenlerle üyeliği destekleyen, üyelik sürecinin kesilmesine karşı çıkan kesimler var. Şansölye Schröder'in, Ergun Babahan'a söyledikleri bu bakımdan çok önemli. Kıbrıs'ın tanınmasını müzakerelere başlamak için bir şart olarak görmeyen ve tam üyeliğe desteğini sürdüren Schröder, Türkiye'nin AB'ye katılmasını ekonomik ve stratejik olarak kendi çıkarlarına uygun buluyor. "Türkiye'nin çevresindeki bölgeye baktığınızda bu ülkenin güvenlik ve stratejik açıdan ne kadar önemli olduğunu görürsünüz" derken de, Schröder aslında şu mesajı veriyor. Türkiye'nin önünü kesmek asıl AB'ye zarar verecektir. Bazı üyelerindeki siyasiler cinnet getiriyor olsa bile, AB kendini kötü yaralayacak böyle bir hata yapmaz. Yaparsa da zaten Türkiye açısından dünyanın sonu olmaz.
|