Anıtım ol benim!
Dünyanın yedi ikliminden binlerce mimar hakikaten bir "anıtkent" sayılması gereken İstanbul'da. "Anıt-kent" mi dedim? Öyle ya... Tarih, miras, konum, onca kötülüğe direnen doğal hali, kavşaklığı vesaire. "Anıt-kent" olup da çok az anıtı kalan ve çok az eklenen başka bir yer var mıdır? Yeditepeden, Kız Kulesi'nden bir "Boğaz Köprüsü"ne kaçıveren kent simgesi, bize bu kentte artık nelerin "anıt" sayıldığını "simgesel" olarak da gösterir. Boğaz Köprüsü, "iki kıtayı birleştirdiği" için mi simgedir... Yoksa, "beton"un, taşıt aracının, pıtrak gibi biten ya da yükselen binaların, "gelişme"nin, "büyüme"nin, "telaş ve tıkanıklık"ın madalyonu olduğu için mi, kim bilir.
Lakin, bir zamanlar adı "Spor ve Sergi Sarayı" olan Lütfü Kırdar'da toplanan mimarlar ilk elde hangi yapıları görür? Hemen sollarında bir zamanların Harbiye'si, Askeri Müze ve onun üstüne heyula gibi çöken "gökdelen Orduevi". Hemen arkalarında, ne olur ne olmaz diye "Askeriye"ye yakın konuşlandırılmış Radyoevi, sağ taraflarında "gökdelen" olmadan 50'nci yılına erişen Hilton Oteli... Sağ aşağıda şu sıra her gece ses ve müziğin taştığı Açıkhava Tiyatrosu; önde Cemal Reşit Rey ve İtfaiye. Bu vadiden denize, Boğaz'a doğru baktıklarında ise... Orhan Veli'nin "Denizi göreceksin, sakın şaşırma" demesine nazire... "Denizi göremeyeceksin, Gökkafes'i göreceksin; sakın kusma" olurlar.
Dünyanın yeri ve dağılımı en güzel statlarından birinin tepesine dikilmiş, asıl önemlisi Boğaz'ın bir yakasının içine etmiş... Yol kesen, racon kesen bir kabadayı... yok yok, herkese, her kurala, her mirasa, her tarihe tepeden bakan bir "sonradan görme". Tepesinde "Ritz Carlton" diye enternasyonal bir mağrur marka... Ama asıl kiri, pası ruhunda. Binlerce mimar, kendini sevdirmek, beğendirmek, insanlığın ortak mirası saydırmak için çırpınan İstanbul'un göbeğine, Boğaziçi'nin ön görünümüne, son görünümüne, ölümüne saplanmış bu hançerin öyküsünü merak etse... Azıcık kazısa... Türkiye iş dünyasının en azından bir kesiminin siyasetle sıkı fıkı macerasının, "modernlik, büyüme" maskeli "yağma kültürü"nü görür. Değiştirilen belediye sınırları, yavşayan kurallar, katakulliler, mülkiyet kaçırmalar, uçan davalar, vurulamayan kazmalar, fiili işgaller. Bir kazısalar, elinde kaçak kafesinin pahalı daire tapularıyla medya yöneticilerini gezen, kimisine Boğaz'ın içine etme manzaraları hediye eden işadamı tipleriyle bunları kabul eden işadamı gazeteciler görürler.
Fakat şöyle düşünmek de mümkün. Bu kent, bu ülke sadece iyiliklerin, tarihin, insaniliğin, hukukun, evrenselliğin mekanı mıdır ki, hep "iyi şeyler" anıtlaşsın isteriz. Misal, nasıl Sivas'ta Madımak Oteli'nin bir hafıza müzesi olması isteniyorsa... Bu çirkin kafes de, bu ülkedeki yağmanın, kayırmacılığın, ticaret, siyaset ve medyaya nüfuz etmiş kokuşmanın bir "anıt"ı olarak kuşaktan kuşağa devredilir ki... Yerli, yabancı her sorana, kiri, pası anlatmaya, rezillikleri unutmamaya vesile bir "kanıt-anıt" olsun! "Gök"ümüzün anıtı!
|