|
Aksak Timur'un şarap sevgisi
|
|
"Türkler" sergisi tarihteki tek Türklerin 'biz' olmadığını gösterdi. 15. Yüzyıl Orta Asyası'nda gelişen Timur dönemini görmezlikten gelemeyiz.
Londra'da Royal Academy'de açılan Türkler sergisi sadece 600-1600 yılları arasına bakmakla yetinmeyip aynı zamanda oldukça geniş bir coğrafyaya da bakıyor. Bizler de "Tarihteki tek Türklerin" kendimiz olmadığını anlatır bu sergiyi nimet bilip düşünmeye başladık. Öyle ya şu "Türkler" çerçevesine bizden başka girmeyi hak edenler olmuş muydu? Ya da bizler onlarla veya onlar bizlerle yan yana olmayı istiyor muyuz? Elbette bir serginin bütün bu soruları sorduruşu çok güzel. Ne var ki yanıtları da hemen o salonlarda bulamayacağımızı da herkes biliyor olmalı! Bir talih, Dedeman Otelleri'nin daveti üzerine geçenlerde Özbekistan'a gittim. Önce Taşkent'e sonra sırası ile Semerkand'a ve Buhara'ya. Baştan şunu söylemeliyim. Her birimizin artık bu kültür coğrafyasına ilgi duyması lazım. Neden mi? Anlatacağız. Önce başa alalım!
SABAH PAZARI Sarhan Keyder ile yola koyulduk. Maceralı bir şekilde: Özbekler vize verirken çok nazlılar. Herneyse, İstanbul ve Taşkent aynı saat diliminde değil. Onlar üç saat öndeler. Buradan akşama doğru kalkan uçak sabaha doğru iniyor. Bomboş, geniş bulvarlardan jet gibi geçip otele ulaşıyoruz. Pırıl pırıl, ışıl ışıl bir otel. Dedeman'ın bütün ekibi güleryüzlü ama müdürü Tayfun Bey sanki her dakika size enerji pompalıyor. Hoşgeldin faslını takiben yatıyoruz. Ertesi sabah pür merak erkenden kalkılıyor. Hava güneşli, ortalık aydınlık. Hemen kendimizi sokağa atıyoruz. Taşkent'te öyle tarihi, otantik hali ile kalmış bir kent manzumesi yok. Bütün "modern olma arzusundaki kentler" gibi. Bir pazara bakalım diyorum. İşte burası görmeye değer. Artık bizim İstanbul'da elimizden kaçan bir tarım ülkesi olma keyfiyeti her rengi, tazeliği, hayat neşesi ile orada. Sonra o bonkörlük, her şeyi tattırma yarışı, aman yarabbim, bu da mı bizden geçti? O pazar yeri, sadece o "sabah pazarı" için Taşkent'e gitmeye değer. Üstelik bizim sonraki menzillerimiz Semerkant ve Buhara'ya direkt uçuş da yok. Yani Taşkent'e gitmemiz zaten elzem. Ertesi sabah, sabahın köründe yola koyuluyoruz. Şöförümüz ve rehberimiz önde oturup kendi aralarında Rusça kaynatıyorlar. Nihayet zaman geçmek biliyor, yol bitiyor. İşte Semerkand varoşları. Çocuklar gibi heyecan içindeyim. Bu efsane şehir yazıldığı gibi mi? Otelimize gidip yerleşiyoruz. Yeni yapılmış, şehrin biraz dışında küçük, mütevazı bir adres. Hemen tarihi merkeze dönelim diyorum. Öyle ya görecek çok şeyimiz var. Önce Timur'un türbesinden başlıyoruz. O da nesi? Cihanı sarsan adamın istirahatgahı burası mı? Bu kadar mütevazı olunabilir mi? Oysa tarihi bilenler için bu bir sürpriz değil! Timur her iki hayatında şaşılacak kadar tevazu sahibi idi. Yüz sene süren Timur Hanedan'nın kurucusu, başkenti Semerkand olan bir imparatorluk kurmayı başarmıştı. Semerkand'ı çağının yıldızı yapabilmek için ele geçirdiği ülkelerden binlerce sanatçı, zenaatkar ve yapı ustasını oraya yönlendirdi. 15. Yüzyıl Orta Asyası'nda gelişen bu Timuri Rönesansı'nı görmezlikten gelmek mümkün değildir. İpek Yolu üzerindeki bu stratejik nokta elbette ticaretin de merkeziydi. Batılı gözlemciler bir seferde aynı gün içinde şehre giriş yapan Çin krevanlarına ait 800 deveyi kaydetmekte. Bir düşünün, bu bugün için bile önemli bir rakamdır! Timur'un 1402 Ankarası'nda Sultan Bayezid'i esir alışını takiben döndüğü Semerkand hayatını Kastilya Kralı'nın elçisi Clavijo'dan dinliyoruz. Önce 15. Yüzyıl cihanını titreten hüküm Timur'u: "Hükümdar çok sade bir biçimde giyinmişti; sırtında tek parça ipek bir entari vardı, hiçbir süsü yoktu ve üzerinde güzel bir yakut bulunan yüksek, beyaz bir külah takmıştı." Sonra da katıldıkları şöleni:
KADINLAR ERKEK MECLİSİNDE "Şölen, ateşte çevrilmiş veya sosla pişirilmiş koca at ve koyun eti parçalarıyla dolu devasa deri tepsileri peşleri sıra sürükleyen bir hizmetkarlar sürüsünün geçişi ile başladı. Beyazlar giymiş, deri manşetler takmış görevliler etleri kesti ve altın, gümüş, porselen veya pişmiş topraktan kaplara parçaları yerleştirdiler; aşçılar bunların üstüne tuzlanmış et suyu döktüler ve dörde katlanmış yufkalarla kapladılar. Hazırlanan kaplar Timur'un önüne getiriliyor, o da bunları "soyuluları" aracılığıyla çok sayıdaki konuğuna dağıttırıyor, onurlandırmak istediği kişilere de en iyi parçaları ayırıyordu. En güzel tepsilerden ikisini Kastilyalılara gönderdi. Sonra koyun etinden yapılmış köfteler ve yanında pilav geldi, daha sonra kavun, şeftali ve üzüm ikram edildi. Sakiler altın veya gümüş ibriklerle şeker katılmış kısrak sütü (kımız) dağıttı." Bitti mi? Hayır. Kastilya Elçisi ertesi gün de Timur'un eşleri ile görüşüyor: "Erkek meclislerine serbestçe giriyor ve konuklarını şarap kadehlerini boşaltmaya davet ettikleri şölenlere sırayla başkanlık ediyorlardı. Hanım denen ilk eş bir gün Kastilyalıları bir ziyafete davet etti ve sofradaki şarap içmeyen tek kişi olduğu için, Clavijo'yla muzipçe alay etti." Gelin baştaki sorumuza dönelim. Ne dersiniz? Elçinin tarihe kayıt düştüğü bu insanlar, bugünün abartılı kaç göç hayatını seçmiş Türkler ile aynı resme girmek isterler miydi? Haftaya Semerkand Buhara seferine devam...
|