Saygısızlar!
İki yıl önce Adana Şehir Tiyatrosu Salonu'nda bir akşamüstü... Genç adam yoğun alkışlar eşliğinde sahneye çıktı... Selamını verdi... Ve piyanosunun başına oturdu.. Alkış kesildi... Pür dikkat sahneye odaklandı herkes! "Sahne büyüsü" dedikleri buydu galiba.. Sesle, sessizlik arasındaki nokta.. Dinleyici, genç adamın tuşa ilk dokunuşunu bekliyordu.. Ve arka arkaya akıp geçti melodiler.. Sihir devam ediyordu.. Alkışın olmaması, yani sessizlik gerektiren bölümlerde dahi alkış geliyordu... Aşık Veysel'ler, Nazım Hikmet'lere adanmış besteler yorumlandı önce..... Sonra da Ulvi Cemal'ler, Shopen'ler.. Ve mikrofonu aldı eline.. "Şimdi, insanlığa dair" dedi genç adam.. İnsanlığımızdan utandığımız günleri, Bingöl depreminde yaşamını kaybeden "okul çocukları"nın durumunu hatırlatarak yüreğinden geçenleri melodilerle haykırmak istediğini anlattı.. Sihirli parmaklar tuşların üstünde gezinmeye başladı yine.. Piyanodan çıkan sesler, dinleyiciyi, Bingöl'e, çığlıkların yükseldiği yatılı okulun koridorlarına götürüyordu.. "Doğaçlama" etkisini göstermişti.... Zaten "sihrin esiri" olmuş kalabalık, bu kez, duygunun orta yerine düşmüştü.. Tam sırasıydı.. Şimdi de dinleyiciyle genç adam arasında "tatlı bir oyun" başlıyordu.. "Siz sözcüklerle ifade edin, ben tuşlarla!" Teklif şahaneydi! İlk sözü, genç bir dinleyici aldı; "Bağdat'taki kültürel yağma içimizi acıttı... Mümkünse..." Mümkündü... Dakikalarca süren bir doğaçlama daha.. Sonra, orta sıralardan bir kadın.. "Genç bir mahkumla bir çiçek arasındaki arkadaşlığı rica ediyorum" dedi.. Rica yerine getirildi... Melodiler, ıslık oldu, çığlık oldu.. Ve sürüp gitti dakikalarca... Ta ki sahnedeki genç adam da dinleyiciler de terden sırılsıklam olana değin.. Olup biten, konserdi, dertleşmeydi, coşmaktı, gülmekti, gözyaşı dökmekti..
O gün, o Adana konserini ben de izlemiştim... O genç adam kimi yurt dışı resitallerinde de Adana dışında Antalya, istanbul ve daha pek çok kentte verdiği konser ve imzasını attığı oratoryolarda da bulundum... Yıllardır izleyicisi olmanın yanısıra arkadaşıydım da.... Faz Say'dı adı.. Halen Tokyo'dan, Toronto'ya, New York'tan Münih'e dünyanın dört bir yanında yılda ikiyüze yakın, mahşeri kalabalıklara dolu konserler vermeye devam ediyordu. İki konser arası yakaladığı her fırsatta birkaç günlüğüne geliyor, hem Türkiye'de yapmayı tasarladığı çalşmalarının hazırlıklarına katılıyor hem de nefes alıyordu...
İki gün önce bir İstanbul akşamında yine birlikte yemek yemiş, yakın bir mekanda da ayaküstü sohbete koyulmuştuk... Ve yemek de muhabbet de geride kalmış dışarı çıkmıştık... Herkes gibi, her fani misali.. Mekan kapısından dışarı adım atmaz onlarca fotoğraf makinesinin flaşı, Fazıl'ın yüzünde patlamıştı... Doğrusu, yıllardır "kapı önü paparazik durumlar"ı ekranlardan izleyip duruyordum ama hemen yakınımda bulunan bir dosta yönelik ilk kez rastlıyordum... Gülüp geçilecek bir şey gibi de algılanabilirdi ama "taciz" olduğu o denli aşikardı ki... Neyse, gülünüp geçildi ve her normal fani gibi arabaya binip ayrıldık o mekândan... O "taciz anı"nı da unutuverdik hemen... Sonra... Hem arabada, hem de indikten sonra başladığımız kahve sohbetinde, Fazıl, birkaç gün sonra çıkacağı turneden bahis açıyor, daha öncekilere ilişkin ilginç anılarını hatırlatıyor, yeni çıkan kitaplardan, yazmaya başladığı denemelerden konu ediyor, hatta bilgisayarını açıp üç beş sayfa örnek gösteriyor ve evrensel müziğe dair muhteşem ayrıntılar anlatıyordu.. Üstüne üstlük o dost ortamında bir de mini resital vererek... Diyeceksiniz ki bu "flaş bombardımanı" sonrası detayları neden veriyorsun?.. Çünkü... Akşam Gazetesi'nin ikinci sayfasında koca puntolarla "Fazıl Say bu ne hal!" başlığıyla bir haber(!) yayınlandı dün... "Alkol sınırını aşan Fazıl Say, yakın arkadaşlarının yardımıyla güçlükle ayakta duruyordu, güçlükle arabaya bindirildi" diye devam ediyordu.. Gazetedeki "haber" o kadar gerçek dışı, o kadar hırpalayıcıydı ki ve ne yazık ki sektörün bir kısmına nüksetmiş "iğrenç, bayağı ve kolaycı bir anlayış" ı anlatıyordu ki... Öfkelenmemek mümkün olmuyordu tabii. Aslında elbette bizim sektörde yıllardan bu yana devam edip gelen bir hastalığın örneklerinden biriydi ama olup bitenlerin tanığı olunca ve gerçeği yaşayınca, insan ister istemez bu aşağılık haberciliğe(!) satırlar, parağraflar ayırmak ve gerçeği açıklamak durumunda kalıyordu... Haberin, yazının ve sayfaların daha da ucuzlamaması adına...
|