Meşakkat teysiri celp eder
İzmir barosunun eski başkanlarından Cengiz İlhan 2003 yılı sonunda Mecelle'nin ilk yüz maddesini, yorumlayarak kitap haline getirdi. Ahmet Cevdet Paşa'nın başkanlığındaki bir heyet tarafından 1868-1876 tarihleri arasında hazırlanan, 16 ciltlik Mecelle'nin ilk kitabı 1869 yılında kanunlaştı. Osmanlı İmparatorluğu'nda hukuk düzenini çağdaş gelişmeler çerçevesinde yeniden yapılandırmayı amaçlıyordu. İlhan, Mecelle'nin mukaddime (giriş) bölümündeki ilk 99 maddeyi Türkçeleştirir ve açıklar. Osmanlı döneminde ve daha önceleri, İslam hukukunun Roma hukuku ile bağlarını, bütün hukuk sistemleriyle felsefelerinin birbirileriyle alışverişini belgeler. Hukukun gelişmesinde deneyimlerin ve bunlardan çıkarılmış derslerin önemi bu şekilde ortaya çıkar. Asıl önemlisi Mecelle, bir sentez eserdir ve fıkıh ile çerçevelenmiş bir medeni kanun yazma denemesidir. Cengiz İlhan önsözünde bu ülkenin hukuk alanında derin bir geleneğe sahip olduğunu vurgular. "Hukuku bir bütün, hukukun ilkelerini evrensel" kabul eden birisi olarak Mecelle'nin önemini sergiler. Hukuk ve hukuk felsefesi üzerine pek düşünülmeyen bir ülkede bu geleneğe sahip çıkmak gerçekten önemli. Dahası Mecelle'nin giriş bölümünün maddelerinin birçoğu farkında olmasak bile günlük hayat diline ve felsefesine de yansımıştır. Örneğin, Roma hukukunda da neredeyse aynen var olan "Külfet ni- mete, nimet külfete göredir" maddesi gibi. Yılın ikinci günü, üstelik pazar sabahı Mecelle'yi hatırlamanın bir sebebi, 2005'in bazı bakımlardan kolay geçmeyeceği öngörüsünden kaynaklanıyor. Başlıktaki 17'nci maddenin anlamı "Sıkıntı, yeni çözümleri gerekli kılar"dır. Yeni başlayan yıl bu ilkenin hep akılda tutulması gereken bir yıl olmalı. Zira önü bir hayli açılsa da Türkiye'nin sıkıntıları var ve bunları yeni çozümlerle aşmak gerekiyor. Bundan rahatsızlık duyanlarsa, duygusal temaları hayli ağır basan bir kampanyaya başladılar bile. Halbuki Türkiye kendisi için yeni sayılabilecek çözüm çabalarına tam da bu kesimlerin ülkeyi içine ittiği sıkıntılar nedeniyle geldi. Çifte standartlar Türkiye'nin olası üyeliği ile ilgili olarak Avrupa'da bazı kesimlerin söylediklerinin kamuoyunda rahatsızlık yarattığı malum. Hırvatistan ile müzakerelere hemen başlanır ve müzakere çerçevesi tanımlamayı beklerken, Türkiye'nin genel ilkeler başlığı altında da olsa farklı bir yaklaşma tabi olacağının bilinmesi can sıkıcı. Dahası AB üyeliğine giden yolda yapılması gerekenler Türkiye'de pek çok toplumsal kesimin canını acıtacak nitelikte. Bu gerçekler AB üyelik sürecine bağlı olarak sürdürülecek reformların Türkiye'de gerekli değişimin hızlanmasına katkıda bulunacağı gerçeğini değiştirmiyor. Bu açıdan bakıldığında Kıbrıs konusunda koparılan yaygara, zamanında Türkiye'yi hareketsizliğe mahkum eden- lerin timsah gözyaşlarından başka anlam taşmıyor. Aslında onlar da çok iyi biliyorlar ki, Brüksel'de Kıbrıs Rumları ağır bir tokat yemişlerdir ve bunun sebebi Türkiye'nin geçen yıl bu konuda izlediği yaratıcı diplomasidir. Sert kavga, Türkiye kamuoyunun tavır alması gerekliliğini de dayatacak. AB üyeliği veya Kıbrıs meselesinde bu nedenle tartışmayı bilgiye dayanarak, hurafelerden kaçınarak, dürüstçe ve korkunun değil özgüvenin ışığında yapmak gerekir. Hepsinden önemlisi kendi kaderimizle ilgili bu tartışmaya katılmak. Zira Mecelle'nin 67'nci maddesinde de vurgulandığı gibi, "Sakit'e bir söz isnat olunamaz. Lakin ma'rız-ı hacette sükt beyandır"(Susan, bir şey söylemiş olmaz. Ama konuşmak gerekirken susmak bir bildirimdir).
|