|
|
|
|
|
Basın kartıyla girebildim
|
|
İyi bir yer kapmak için Eminönü'ndeki çadıra, iftardan bir saat önce gittim. Fakat yine de sıranın en arkasına düştüm. Haberimizin kurtuluşu için içeri, basın kimliğimle girdim.
Belediyelerin iftar çadırı uygulamalarıyla ilgili ikinci durağım olan Eminönü'ndeydim. Üstelik bu sefer, sıranın önlerinde yer kapabilmek için iftardan bir saat önce çadıra gelmiştim. Ancak kuyruğun sonunu bulduğumda, burada sıraya girersem, iftar etme ihtimalimin yok olacağını fark ettim. Kendim için bir ayrıcalık istediysem, namerdim Ancak iftar vaktinin yaklaşmasından itibaren izlenimler toplayıp sizlerle paylaşabilmek üzere, bu kez kuyruğun en önüne gidip, basın kimliğimle içeri girdim.
ÖZÜRLÜLER 'TORPİLLİ' Bu arada özürlü vatandaşları ve yaşlı hanımları önden içeri buyur etmişlerdi. Bu incelik doğrusu çok hoşuma gitti. Ardından diğer vatandaşlar da girişteki sağlı sollu iki tezgâhtan aynı anda yapılan yemek servisine davet edildiler. Mönü çorba, kolayca isimlendiremeyeceğim bir patlıcan yemeği, nohutlu pilav ve Kemalpaşa tatlısından oluşuyordu. Çorba bir plastik bardağa doldurulmuştu. Diğer yiyecekler ise alüminyum folyodan preslenmiş, üç bölmeli bir tabağa konuyordu. İlave olarak bir bardak su ve yarım pideyi de elinize tutuşturduklarında, bunları dökmeden tezgâhtan masalara kadar taşımak büyük beceri isteyen bir iş haline geliyordu. Bir de iftar çadırının o günkü konuklarının önemli bölümünün çocuklar olduğunu, anne babaların kendi yemeklerinitaşımaktan çocuklarına yeteri kadar yardım edemediklerini de düşünürseniz, kısa sürede yerlerin kaygan bir yağ tabakasıyla kaplanmasının nedenini tahmin edebilirsiniz. Her ne kadar dökülen yemekler hemen paspasla silinmeye çalışılıyorsa da, yağ tabakası kolay kolay yok edilemiyordu. Yemek, yuvarlak sinilerin etrafındaki taburelere oturularak yenmekteydi. Ayrıca her sininin ortasına, bir bölümünde hurmalar, bir bölümünde de terbiyeli siyah zeytinler bulunan folyodan bir kase de yerleştirilmişti.
YEMEKLER SOĞUDU Hoş bir pazar günü yaşamanın keyfiyle iftar çadırına gelenlerin mutluluğunu bir Nazi toplama kampı müdürü edasıyla mikrofondan emirler yağdıran ve azarlayan bir belediye görevlisi kısa sürede yok etmeyi başardı. "Susun! Konuşmayın!", "Sağlı sollu ilerleyin!" türü komutlar eşliğinde çekilen "la havle"ler ile iftar vakti iyice yaklaştı. Çadırın içinde okunan Kuran-ı Kerim ve ardından da ezanla herkes orucunu açtı. Ezanla birlikte iftarı soğumuş yemeklerle açtık. Yaklaşık 40 dakikalık bekleme, yemekleri buz gibi yapmıştı. Köpük plastikten bir bardak içine konan çorba nispeten ılık kalabilmişti. Ancak ikram edilen hazır bir çorbaydı; tadından onun ne çorbası olduğunu anlayamadım. Nohutlu pilav belki sıcak yenseydi, nispeten lezzetli olabilirdi ama yağlarıdonmuş sade suya bir pilavın lokmaları, uzun bir oruç gününün ardından bile insanın ağzında büyüyordu. Patlıcan yemeğinin ne olduğunu anlayabilmek için çatalımla içinde et parçaları aradığımı gören sini komşum gülerek, "hiç aramayın, çünkü yok" dedi. Dolayısıyla ben de size bu yemeği ancak, etsiz bir patlıcan kebabı olarak tanımlayabilirim. İki parça olarak verilen Kemalpaşa tatlısına ise söyleyecek bir sözüm yok. Ortaya getirilen hurma da, zeytin de gerçekten kaliteliydi. İçeride emirler dışında herhangi bir bilgi anonsu yapılmadığı için bazı ayrıntıları öğrenmek üzere bir görevliye sordum. Her gün burada üç bin kişiye yemek veriliyormuş. Bitiren gidiyor, sıradakiler onların yerlerini alıyormuş. Görevli, Eminönü Belediyesi'nin iftar çadırlarındaki işlevinin organizatörlükten ibaret olduğunu da söyledi. Yemekler bir yemek fabrikası tarafından yapılıyor, her gün farklı bir sponsor tarafından finanse ediliyormuş. Ertesi gün sponsorun İstanbul Valiliği olacağını öğrendim. Yemeğimi bitirdiğim anda kendimi dışarı attım. Nitekim tahmin ettiğim manzara karşımdaydı. Sanki kimse o koskoca çadırı doldurmamışçasına upuzun bir kuyruk meydanın arkalarına doğru uzanmaya devam ediyordu. Onlara sıranın gelmesi daha bir, bir buçuk saati bulabilirdi.
|
|
|
|
|
|
|
|
|