|
|
|
|
|
Sarayda lüfer balığı
|
|
Ev sahibi kim olursa olsun, yöneticisi, aşçısı, teşkilatı her kimse bile uluslararası arenadan 38 ismi birlikte ağırlamak, üç saat bir salonda işlerin yürümesini sağlamak önemli bir iştir.
*** Sarayda lüfer balığı dolması
Ev sahibi kim olursa olsun; yöneticisi, aşçısı, teşkilatı her kimse bile; uluslararası arenadan 38 ismi birlikte ağırlamak, üç saat bir salonda işlerin planlandığı üzere yürümesini sağlamak, mühim bir meseledir. Bu işin patronunu tebrik gerekir.
Biz Türkler çabuk unuturuz. Ama bu unutulacak gibi değildi. Neden? Çünkü bir, daha üzerinden çok zaman geçmedi. Geçen pazar gecesinden söz ediyoruz. İki, hayatımız altüst oldu. Misafirperveriz, şudur budur, tamam. Madem ki seçilenler karar aldı, seçenlere tahammül düşer. Peki, ama söylemeden de edemeyeceğim: İki üç gün hayatımız NATO, kabusumuz konferans vadisi oluverdi. Yüksek siyaseti büyüklerimize bırakırsak, eminiz geçen pazar akşamı Dolmabahçe'de olup biteni bilmek istiyorsunuz. Hani bir laf var ya... "Yediğin içtiğin senin olsun, bana gördüklerini anlat." İşte bu yemeğin, tabiri yerinde ise görgü şahitlerinden alınmış beyanlarla oluşmuş birinci el hikayesi bir haftadır elimizde.
Bir hafta dediğin ne ki? İşte o gün bu gün. Size sarayda neler oldu, neler yendi, anlatacağız. Baştan şunu söyleyelim. Ev sahibi kim olursa olsun; yöneticisi, aşçısı, teşkilatı her kimse bile; uluslararası arenadan 38 ismi birlikte ağırlamak, üç dört saat bir salonda işlerin daha önce planlandığı üzere yürümesini sağlamak, müşkül ve mühim bir meseledir. Bu işin patronunu tebrik gerekir: Elçi Umur Apaydın ve ekibi işi bizzat takip etmiş. Doğru insanları seçmiş, anlamsız müdahalelerden kaçınmış, bir noktadan sonra görgülü bir teslimiyet ile başarıyı yakalamış. Candan kutluyoruz. Talha Camaş, Feriye ve Vakko'yu da...
Bir davet vermenin ilk adımı nedir? Mekanı hazırlamaktır. Dolmabahçe Sarayı'nın mimari üslubu için her ne düşünürseniz; oranları doğru, iç mekanları etkileyici, konumu olağanüstüdür. Dolayısıyla burada öyle bir dokunuş icap eder ki, sanki siz değil sarayın mimarı tasarlamış, "o hep orada idi" gibi dursun. Vakko tam 55 bin taze çiçek kullanarak, bu 19. yüzyıl sarayının mimarisinden "rumi motifler ve laleleri" Muayede Salonu'na taşımış. Bakın şurası kesin: Hiç bir tezyinat yaratıcı bir çiçek manzumesi ile yarışamaz.
Salona pazar gecesi hakim manzara şu idi: Tam ortada kurulmuş 13.5 metre çapında şık bir masa. 38 koltuk, her birinin biraz arkasında dragomanlar için narin sandalyeler. Ortadaki platformun üzerinde de bu başat çiçek kompozisyonu. Tepede meşhur 4.5 tonluk kristal avizeden kırılarak süzülen ışıklar... Ama durun önce başa dönmeliyiz.
Cumhurbaşkanı'nın konuklarını sefa geldin deyip, buyur ettiği mahale: SSalonu. Buradaki kokteylde devlet başkanlarına buzda badem, yeni doğmuş körpe Antep fıstığı, güneşte kurutulmuş kayısı ikram olundu. Kavaklıdere Narince ile.
Konukların yemek masasının yer aldığı Muayede Salonu'na buyur edildikleri anı, yine ayrı ayrı bir kaç görgü şahidi nakletti. Çoğu konuk içeri girince bir nefeslenip, mevcudu resmetmiş, hafızasına. Bir kısmı daha açık kalpli, Amerikanca "wow" demiş. Akdeniz ruhlular, örneğin Berlusconi salonun köşelerini tavaf edip, detayları ve akustiği gözlemek istemiş. Nihayet herkes yerini aldıktan sonra, Cumhurbaşkanı kısa bir konuşma yapmış. Ardından Nato Genel Sekreteri'nin teşekkürü... Servis başlamış. Tam jargon ile söyleyelim: White tie, yani frak giyinmiş servis ekibi salonun iki yanından aynı anda sol adım, her konuğa tek kişi olmak üzere içeri giriyor. 40 kişilik servis ekibi konukların önüne her yemeği aynı anda servis ediyor: Bu senkron etkinin ardında sadece disiplin değil; defalarca çalışılmış, denenmiş, tashih olunarak neticelendirilmiş bir senaryo var. Bir de şunu anlatmalıyız. 38 kişilik masaya, aynı koşullarda, sıcak ya da soğuk bir servis için tam teşekkülü bir mutfağa ihtiyaç duyulur. Neden? Çünkü, burada bir "fine dining'ten" yani iddialı bir yemek seansından söz ediliyor. Oysa burada o imkan yok! Ya? Mutfak, sarayın rıhtımına muayede salonuna yakın bir şekilde konuşlandırılan 80 m'lik bir sahra çadırından mürekkep. Peki... Hava zaten sıcak. Stres en yüksek düzeyde. Normal hali dahi tahammülfersah mutfakta havalandırma, soğutma? Var. Çadırın yanına yanaşmış frigofirik kamyon soğutma, boğaza açık kanatlar iyot yüklü havalandırma işi görüyor. 20 aşçı işte bu koşullarda arı gibi çalışmaktalar. Yemek ilerledikçe, hadi bir gastronomi deyimi ile söyleyelim, insiyatif konuktan mekan sahibine geçiyor. Bu ne demektir? Şayet başarınız mutlaksa; en gergin ev sahibi, eleştiriye en hazır konuğun dahi size teslim olup, o anın keyfini çıkardığı ruh halidir. Cumhurbaşkanı gururla yemeğe eşlik eden müziği alkışlayınca, konuklar şaşkınlık içinde kalıyorlar. Çoğu müziğin canlı olduğunun farkında dahi değildir. Salonun balkonundan genç şef Emre Aracı'nın selamı ile salonda coşkulu bir alkış kopuyor. Aracı, özellikle 19. Yüzyıl Osmanlı Saray Müziği konusunda akademik çalışmaları olan bir müzisyenimizdir. Çalışmalarını Londra'da sürdüren Aracı'nın Prag Oda Orkestrası ile kaydettiği "Sultan Portreleri" daha yeni piyasaya çıkmıştır.
Şurası hiç kuşkusuz ki Muayede Salonu'ndaki konuklar yemek davetinin bütünü ile bir kültür performansı haline dönüşmesi karşısında takdirlerini cömertçe sergileyeceklerdir: İlk olarak, mutfak aleminde olan herkes için ne yapacağı merak mevzuu Chirac kutlamak isteyince, Cumhurbaşkanı yemeğin sorumlusu Vedat Başaran'ı çağırtır. Tebrik eder, Fransız konuğuna yollar. Başaran kariyerini soran, mutfağı bir sanat olarak gören Chirac'a teşekkür eder. Bocuse, Troisgros, Verge ve Ducasse ile olan yemeklerini de anlatınca Fransız Cumhurbaşkanı dayanamaz soluna döner. "George" der, "Görüyor musun? Sanki bir Bocuse akşamındayız. Nasıl?" Bush da övgülerinde geri kalmayınca Başaran, baba Bush'a da yemek yaptığı Sarayburnu Vapuru'nu anlatır. Amerikalı, aileden birini bulmuşçasına "Biliyor musun?" der "Şimdi kendisi nerede tatilde?" En entellektüel duruş Blair'dan gelir. Ayağa kalkarak tebrik eden İngiliz Başbakan "Otantik menünün hangi yüzyıldan olduğunu" öğrenmek ister. Beni de kim soracak merak ettiren alışılmamış tatlıyı öğrenmek ister: Tavuk göğsü. Yanında oturan eski kral atılır. Bulgar Başbakan aristokrat bir eda ile bunun "çok eski" bir İstanbul tatlısı olduğunu bilmektedir. Şansölye ise tek teknik sorunun sahibidir: Kabak tatlısının bu sert kabuğa nasıl kavuştuğunu bilmek ister. Ey Kreuzbergliler, ne ayıp, başbakanınızla hiç mi yemek pişirmiyorsunuz?
Çay kahve ikram olunur, herkes menüsünü hatıra olarak yanına alır, Methal Salonu'na geçilir. Burada muhtelif Türk likörleri sunulur. Eski bir Osmanlı adeti olarak konuklara kahvelerini içtikleri fincanların "takımı" takdim olunur.
Şimdi... Bekliyorum. Yüksek politika ile meşgul büyüklerimiz, olaki "Canım efendim, sıkıntılar içindeki coğrafyamızda bu şatafat da bir marifet mi?" diye sorabilirler. Bir tedbir, baştan yanıtlayayım. Evet, marifet. Bugün küresel iletişim, nüfuz savaşlarını kültür ölçeğine çekti. Esas itiş kakış orada. Emin olun, böyle bir gecenin ardından bir oh çekmeliyiz. Hem imparatorluk geçmişimiz elimizde hem de atak ve modern gençliğimiz.
|
|
|
|
|
|
|
|
|