|
Her derde deva
|
|
İlaç yerine kullanıldığı gibi, kadınlar da güzelleşmek için limondan yararlanıyor. Limon, astıma ve mide rahatsızlıklarına da iyi geliyor.
*** Küçük vitamin deposu
Sarı, oval, bir ucu kabarık limonun görünüşü çekici olduğu kadar da karakteristiktir. Ancak hepimiz limonu hoş dış görünüşü uğruna değil, hemen her derde deva ekşi, asitli suyu için alırız
Küçük bir çocuğun dünyanın en fiyakalı bandosunu bile birkaç dakika içinde rezil edebileceğine bahse girer misiniz? "Hayır bu mümkün değil", diye iddia etmeyin, zira bahsi kaybedersiniz. Çünkü küçük bir çocuk bile hemen tümü nefesli sazlardan oluşan bir bandonun karşısına geçip, ağzını şapırdatarak elindeki limonu yalamaya başlarsa, gerçekten de nefesli sazlardan kısa süre içinde falso seslerin çıkmasına neden olacaktır. Zira, müzisyenlerin ağındaki tükürük üretimi, bu manzara üzerine karşı konmaz biçimde artar.
Dolayısıyla, bando elemanları, çaldıkları aletten içeri hava yerine, havayla birlikte tükürük de üflerler. Çünkü limonun ekşiliği, dildeki tat gözeneklerini uyarıp tükürük salgılanmasını artırır. Birkaç damla limon suyu, yiyeceklerden sayısız tat nüansları algılamamızı sağlar. Yediğimiz hemen her yiyecekte, çok az miktarlarda da olsa limon asidi bulunur. Aksi takdirde, o yiyecekleri tatsız, yavan olarak algılarız. Limon suyu ya da limon kabuğunun tadı sebzelerin, et ve tatlıların lezzetini güçlendirir. Balkabağından balığa, salataya, dondurmaya ve her türlü meşrubata kadar tat ve aromayı tamamlayıcı katkıda bulunur. Eski Yunanlılar her tuhaf meyveye "elma" demişler. Sadece başına hangi ülkeden geliyorsa, onun adı eklenmiş. Örneğin eski Yunan mitolojisinde, dünyanın Batı ucundaki tanrı bahçelerinde yetişen ve Hesbpera kızları tarafından korunduğu halde, Herakles'in çaldığı "altın elmalar"ın aslında portakal ya da limon olduğu tahmin ediliyor.
Limonun anavatanı Kuzey Hindistan ya da Çin'in güneyi. Ancak asidi yüksek Akdeniz tipi limonun İ.Ö. 3 bin yıllarında bugünkü Irak sınırlan içinde de yetiştiğini, Nippur'da yapılan kazılardaki limon çekirdeklerinden öğreniyoruz. Mezopotamya uygarlığı ile Hindistan arasında bağlantının varlığı biliniyor. Dolayısıyla, limonun Hindistan'dan Ortadoğu'ya bu ticaret bağlantıları kapsamında getirildiği sanılıyor. Demek ki, Akdeniz'in doğu kesimi, bu arada Anadolu'nun güneyi limon ve ailesini çok eski dönemlerden beri tanıyor, sofralarında kullanıyor. Kuzey Avrupa ise limonla Haçlı Seferleri sayesinde tanıştı. 12. yüzyılda Kudüs'ü fethetmek için yola çıkan şövalyeler, burada tanıdıkları limonu ülkelerine getirmeye başladılar. Kısa süre sonra İngiltere'ye İspanya ve Portekiz'den, tatlı limon yüklü ilk gemi yanaşmaya başladı. İngilizler ekşisinden önce tatlısıyla tanışmış oldu.
LİMONATA SATAN ŞERBETÇİLER Limon suyundan yapılan ilk meşrubat, yani limonatanın patenti Moğollar'a ait. ilk kez 1299 yılında Moğollar'ın limon suyunu alkol içinde konserve ettikleri, bu sayede uzun süre bozulmadan kalan limonatayı aylar süren seferlerinde içtikleri kayıtlara geçmiş. Avrupa'da da limonata öncesi, susuzluğu gidermeyi kolaylaştırsın diye, suya birkaç damla sirke katmak adeti vardı. Kuşkusuz şekerli limonata, sirkeli sudan çok daha lezzetliydi, üstelik susuzluğu da daha iyi kesiyordu. Ne var ki, bu meşrubat ancak zenginlerin harcıydı. Çünkü gerek şeker, gerekse limon, Kuzey Avrupa'ya ithal ediliyordu ve pahalıydı.
16. yüzyılda Paris'in mutfak ustaları salata soslarında sirke yerine limon suyu kullanmaya başladılar. Her ne kadar sirkeseverler, sirkenin daha zengin bir aromaya sahip olduğunu savunsalar da, limon bir kere Avrupa çapında engellenemez fetih yolculuğuna çıkmıştı. 1630'da şeker fiyatları birden büyük ölçüde ucuzlayınca, limonata sıradan halk için de içilebilir bir meşrubat haline geldi. Çok daha önceleri İstanbul, Şam ve Ortadoğu'nun diğer önemli merkezlerinde varolan şerbetçilerin benzerleri Avrupa'da hızla çoğalmaya başladı. 1676'da Fransız hükümeti limonata satan şerbetçileri özel bir esnaf kolu olarak kabul etti. Yeni loncaya "Compagnie des Limonadiers" adı verildi. Bunlar önce Paris'te ve diğer kentlerde limonata mağazası açtılar. Daha sonra kahve ve çikolata satıcılarıyla birleştiler ve bugün modern kentlerin vazgeçilmez unsurları olan cafe'ler ortaya çıktı. 19. yüzyılın ortalarına kadar Paris'teki cafe sahipleri gerek halk, gerekse resmi kurumlar tarafından "limonadiers" olarak anılıyordu. 18. yüzyılda İsviçre'de sıradan suyu karbondioksit katarak gazozlu içecek haline dönüştürme yöntemi bulundu.
Mutfaktaki her devrim gibi, bu da önceleri sağlık acısından çok yararlı bir buluş sayıldı. Kinin ilavesiyle "tonik" ortaya çıktı. Kabuğundan çekirdeğine kadar her yeri bir işe yarayan limonun kimyasal özelliklerine tarih boyunca hep önem verilmiş. İlaç yerine kullanıldığı gibi, kadınlar güzelleşmek için de ondan yararlanmışlar. Zayıflama rejimlerinde de limonun kilo vermeyi kolaylaştırdığına inanılıyor. Astıma, pekliğe, genel olarak mide rahatsızlıklarına iyi geldiği söyleniyor. Bütün bunlar bir yana, limonun en büyük özelliği, içerdiği C vitamini. C vitamini eksikliği sonucu ortaya çıkan skorbüt hastalığı tarih boyunca, özellikle uzun gemi yolculuğu yapanların korkulu rüyası olmuştu. 1497'de Afrika'nın güneyini aşarak Hindistan yolunu bulan Vasco de Gama'nın mürettebatı, taze meyve ve sebze eksikliği nedeniyle hastalıktan kırılmıştı. Ancak C vitamininin varlığı henüz bilinmeden de, insanlar bu hastalığın nasıl ortadan kaldırılabileceğini deney ve gözlemlere dayanarak buldular.
Örneğin, 16. ve 17. yüzyılda Portekiz gemilerinde portakal, limon çekirdeği bulunduruluyor, mürettebat nereye giderse bu çekirdekleri dikiyordu. Turunçgillerin içinde bol bol bulunan C vitamininin varlığını kanıtlayan kişi ise Albert Szent-Györgyi. Genç Macar kimyacı, C vitaminiyle ilgili araştırmasını 1928'de yayınladı. Bugün limonun 800 değişik madde içerdiği biliniyor. Limonun estetik ve sağlık yönü bir yana, bir gurme için onun önemi çok daha farklı. Limonsuz yemeklerin tadı yok. Az da olsa, limonun girdiği her yemek, her meşrubat kalite merdiveninde birkaç basamak yükseliyor. Kısacası, o küçük, ekşi vitamin deposuna mutfakseverler çok şey borçlu...
|