Sadakat ve ihanete dair muhasebe
Dilerseniz, bir iç muhasebe olarak da kabul edin. Aidiyet, dayanışma, "omerta" yani suskunluk yasası veya "ayrık otu" olmak üzerine. 6 yaşımdan itibaren 12 yıl yatılı okudum. Yatılılık kültürü terkibinin has unsuru, "dayanışma ve paylaşma"nın diğer yüzü, "ihbar etmeme, ele vermeme, satmama" kararlılığı, direnci, inatçılığıydı. Kurallara, yönetmeliklere ve idareye karşı. Bir kişinin cezalandırılmasındansa, toplu cezayı göze almaca. Ruhu bozanlar, "ayrık otu" ya da "muhbir" sayılır; dışlanır, yerine göre buz ve leş gibi havuza atılırdı. Lise sonlarında başlayarak edindiğim "siyasal kültür" ise, benzer bir ruh taşımasına karşılık, elbette mevzuları ve sonuçları bakımından daha ciddiydi. Kimilerini sonunda muhbir kılan, kimilerini işkencelerde pes ettirmeyen bir kültür. Siyasi birlikteliklerden dini cemaatlere, hatta şirket kültürlerine kadar, "topluluk raconu"nda bu, iki yüzlü biçimde vardır zaten. Hiyerarşiye ve hegemonyaya ihanet etmeyecek, sürüde kalacak, ama sürü içinde de, istendi mi, arkadaşını satacaksın. Aslında vicdanını gömeceksin! Hakim kültür; milli, dini ve belli bir sınırın ötesinde siyasi meselelerde "ayrık otu" istemiyor, cezalandırıyor, ama bir yandan da, her koyunun kendi bacağından asılmasını, herkesin birbirini ezmesini ve satmasını teşvik ediyordu.
Muhasebeyi, elbette bu cemaatçi, dayanışmacı ve susmakta dirençli yapıları olumlayarak da yaptım. Ancak hep bir sorun vardı; olgunlaştıkça kafamı kurcalayan. "Ayrık otu" olmak, her koşulda, mesele ne olursa olsun, ayıp, günah ve ihanet miydi? İnsanların "ayrık" kalmalarının, "omerta"ya ihanet etmelerinin gerektiği durumlar olmaz mıydı? Topluluk ruhunu satmamak ile o ruhun alçaldığı yerde ihanet etmek arasında bir geçiş olamaz mıydı? Bal gibi olurdu. Galiba! İtirazdan, itaatsizlikten başlayarak, eleştiriden geçerek, dayanamamaya, katlanamamaya, patlamaya kadar bir yelpazede. İnce çizgi, ahlak ve etik anlayışıyla oluşuyordu. "Doğru"ya ilişkin bir kavrayıştan. Sadece kendi fikrinin, kendi kalbinin, kendi vicdanının sesine sahip çıkıp boyun eğmemek değil... "Neyin daha kötü olduğuna" dair bir muhasebeden geçiyordu. Satmak, ihbar etmek değil; ama, "kötü"yle mücadeleye dair bir inançtan geçiyordu. Ve "insanlık hukuku ve adalet"e ilişkin bir hissediş ve bilgi idi.
Bunları, bazı ayrık otlarının, bazı "hainler"in, ait olduğu topluluğa ihanet ederek, insanlık suçlarını teşhirdeki tarihi rollerine ilişkin yazdım. ABD askeri Joseph M. Darby, böyle bir hain. Yıllar sonra cezaevinden çıkan, "İsrail'in nükleer silah yapımını teşhirle vatana ihanet"ten mahkum Vanunu da öyleydi. Darby, silah arkadaşlarına ihanet etti! Yani "sattı!" Birkaç gündür, nefretle, tiksintiyle tanık olduğunuz o işkence fotoğraflarını açığa çıkaran, alçakları ihbar eden o. Alçaklıklarını sırıtık pozlar vererek belgeleyen asker arkadaşlarından edindiği fotoğraf diskini, "Artık dayanamıyorum, katlanamıyorum" diyerek sızdıran o. Vietnam'da da öyleleri çıkmıştı; başka yerlerde, başka vesilelerle de. Hepsi kahraman da olmadı; kimi dışlandı, unutuldu, bunaldı. Yukarıdaki muhasebenin ince çizgisi, hassas sınırı, hepimizin yol ayrımı bu işte: Nerede sadık, cemaatçi, toplulukçu, kol kırılır yen içinde kalırcı... Nerede, doğru ve iyi, adalet ve insanlık, ahlak ve etik adına "ayrık otu ve hain" olacağımıza dair! Ve her halükarda, tercihimizin korkuyla değil, vicdanda cesaretle belirlenmesine dair!
|