|
Dünün esnafları şimdi işadamı
|
|
TÜRKİYE'DE son 30 yılda yeni sınıflar yaratıldı, herkes gösterişe kapıldı. Ama gerçek zenginler, Koç'lar, Sabancı'lar, Eczacıbaşı'lar buna ihtiyaç duymadı.
*** Dünün esnafları, bugünün 'duayen işadamları' oldu
Zenginlik de tüketim de zamanla, rüyaları zorlar ölçülere ulaşmaya başladı. Bir ülkede burjuvanın oluşması kuşaklar boyu sürer. Türkiye'de ise 30 yılda yeni sınıflar yaratıldı
Şimdi 2000'li yıllarda medyada yer alan "servet" ve "harcama" ile ilgili haberleri, bir Türk yurttaşı 1950'ler ve 1960'larda rüyasında görse bunlara inanmazdı. Koç'lar, Sabancı'lar, Eczacıbaşı'lar o zaman da zengindiler. Ama zenginliğin ölçüsü çok küçüktü. Gökdelen, yat, özel jet yoktu yaşam sözlüklerinde. Ayrıca gerçekten zengin olanlar da bunu gizler, harcamalarını yurtdışında gözden uzakta yaparlardı. 1950'lerde, Demokrat Parti'nin özel sektör yaratma çabaları, Menderes tarafından "Her mahallede bir milyoner" arayışına dönüşünce, bu milyonerler hızla belirmeye başladı. O yıllardan bir gün, benden çok yaşlı olan ve hepsi de varlıklı kişilerden oluşan bir küçük topluluğun sohbetine tanık olmuştum. İçlerinde en genç olan işadamı Demokrat Parti zenginiydi. Kendisine, iktidara yakın olduğu için, İstanbul'un en merkezi yerinde bir benzin istasyonu verilmişti. Kendi deyişiyle, her gün para basıyordu. Bu küçük topluluğun sohbetinde sıra, eğitime ve çocukların okutulması meselesine geldi. Benzin istasyonu ile zengin olan kişi, ilkokul 3'üncü sınıftan, terk-i tahsil etmişti. Gazete başlıkları dışında pek bir şey okumazdı. İçinde bulunduğu topluluktaki eğitim hakkında yapılan konuşmaları dinledi. Sonra o da konuştu, "Okuduk, okuduk da ne oldu" dedi. Belli ki ilkokulda ziyan ettiği üç yıla yanıyordu... Buna benzer bir sahneye de 1990'larda tanık olmuştum. Bu defa, ANAP zenginleri üremeye başlamıştı.
YENİ ZENGİN Bir gün bir Boğaz yalısında, yemek daveti vardı. Yanımda oturan çok güzel gözlü hanımın kadehi boşalmıştı. Masaların çevresinde duran beyaz ceketli, bıyıklı adama, onu garson zannettiğim için seslenecek oldum. Güzel gözlü hanım beni uyardı, "O işaret ettiğiniz kişi garson değil, benim kocam" dedi. Sonra çağırdı kocasını, bana tanıştırdı. Kamu ihaleleri alarak hızla zengin olan bir müteahhitmiş bu. Adam yanıma oturdu ve konuşmaya başladı, "Siz gazetecisiniz. Herkesi tanırsınız. Ben bir gazete, bir televizyon kanalı, bir tane de banka almak istiyorum. Bana yardım eder misiniz?" Bu 1980 sonrası zenginlerinden, fazla okumamış bir tanesi de yeni aldığı teknesi (gulet) ile Büyükada'nın arkasında, bir mehtap daveti düzenlemişti. Gecenin ileri saatlerinde, teknenin burnunda yalnız oturmuş, mehtabı seyrediyordum. Davetin sahibi yanıma gelip, oturdu.. Çok mutluydu. Başarısının meyvelerini topluyordu. Teknesi, çevresi ve parası vardı. Beni etkilemek istedi, "Bak Barlas... Hayatımda hiç kitap okumadım... Her şeyi kendi bilgim ve aklımla başardım" dedi. Onu dinlerken 30 yıl önce, ilkokul 3'e kadar okuduğu için "Okuduk, okuduk da ne oldu" diye yakınan, iki kuşak öncesi zengini hatırlamıştım. Ama 1980'lerin zengini için de şimdi görülen süper yatlar falan hayaldi. Bana hiç kitap okumadığını övünerek söyleyen 1980'ler zengininin servet göstergesi, Bodrum yapımı, 18 metrelik ahşap bir guletti mesela. Bu guleti alınca, üstü lacivert, altı beyaz, denizci giysileri ile dolaşmaya başlamıştı. Ama "usturmaça" ya, "susturmaça" derdi. Bir gün bir tanıdığı, kendi teknesi ile bunun teknesine yanaşmış. Seslenmiş bizimkine, "Ağabey... Yanaşacağım. Bana koltuk at!" Bu da güvertedeki bir şezlongu fırlatmış bunun üzerine.
FİKTİF VE TİFTİK Hızlı zenginlerin, karşılaştıkları kavramları okuyarak öğrenecek vakitleri olmadığı için, duyarak kaparlardı. Bu yüzden de her şeyi yanlış telaffuz ederlerdi. "Fiktif ihracat" sözcüğü ilk çıktığı zaman bunlardan biri bana, "Bu tiftik ihracat nedir" diye sormuştu. Bir tanesi de enflasyon ile emisyonu karıştırır ve her rastladığımızda, "Barlas sen bilirsin. Bu sene emisyon ne olur" diye sorardı. Bu sözünü ettiğim kişiler, yılların arkasından, görgü ve bilgi sahibi oldular. Akıllı olanları, en iyi profesyonelleri çevrelerine topladı, şirketlerini kurumsallaştırdılar ve iş dünyasının duayenleri oldular. Ama genlerinde esnaflıktan kalma derin bilgisi bulunanlar, ne kadar gayret etseler de olmadık yerlerde özlerine dönüveriyor. Bunu, sık sık görüyorum. Bir toplumda burjuvazinin oluşumu için, çok kuşağın geçmesi gerekiyor. Oysa mülkiyet bile yeni bir olgu Ortadoğu'da. Ne demiş Atalarımız? "Türkiye'de malın, Karadeniz'de gemin, Romanya'da karın olmasın!" "Piyasa Bilgisi" kavramı da böyle zor oluşan bir şey. Fuat Süren, öğrenciliğinde yanında çalıştığı bir Perşembe Pazarı esnafını anlatmıştı. Bu esnaf çok kazanıyor, işi büyüyor. Şirket oluyor. Ancak adamın itibara ve statüye de ihtiyacı var. Fuat Süren'in özel sekreterliğini yaptığı bu kişi, bir KİT'ten emekli olmuş, ünlü ve itibarlı bir yöneticiyi çağırıp, ona şirketinin genel müdürlüğünü teklif ediyor. Eski genel müdür, "Bir sözleşme hazırlayayım. Şartlarımı kabul ederseniz, birlikte çalışırız" diyor. Ertesi gün, sözleşmenin bulunduğu kalın bir dosyayı, şirkete bırakıyor. Patron gelince, Fuat Süren dosyayı veriyor ve uyarıyor patronu, "Beyefendi.. Genel müdür olmasını istediğiniz kişi, işten ayrılması halinde kendisine ödenecek tazminatları çok fazla tutmuş. Sözleşmeyi dikkatle okuyun."
ONURLU İNSAN Patron sözleşmeyi alıp, sadece ücretin yazılı olduğu bölüme bakıyor. Sonra imzalıyor sözleşmeyi... Fuat Süren'e dönüp konuşuyor, "Evladım.. Bunlar onurlu insanlardır. Sözleşmede yazanlar önemli değil. Ben bununla anlaşamayıp, işten çıkartmak istersem, Perşembe Pazarı'ndan 7-8 esnafı davet ederim. Birlikte otururken buna dönüp "Bize çay söyle" derim. O anda istifasını basar, tazminat falan düşünmez!.. Gazetecilikteki 40 yılı aşkın dönemde, sayısız zengin tanıdım. Son 5-10 yıl içinde, zenginliklerin dünya ölçüsünde büyüdüğüne de tanık oldum. Beraberinde harcamalar ve tüketim tarzları da değişti. Özel bir süper-yatı olan bir zenginle, Göçek'te, yatın güvertesindeydik. Öndeki bardaki garsondan, cin-tonik isteyecekti. Cep telefonunu alıp, İstanbul'daki radyosunun santralini aradı. O anda programı sunan diskjokeye bağlandı. Disk-jokeye, "Yayının arasında, benim ilk adımı söyleyip, cin-tonik istediğimi duyur" dedi. Radyonun yayınını önde dinleyen garson, birazdan, elindeki tepside, cin-tonikle geldi arka güverteye. "Gerçek zengin"i simgeleyen Vehbi Koç da Sakıp Sabancı da Nejat Eczacıbaşı'nda böyle öyküleri bulamazsınız. Nejat Eczacıbaşı'nın Yeniköy'deki evi, klasik müzik icra eden virtüözlerin resitallerine sahne olurdu. Sakıp Sabancı'nın resim ve hat koleksiyonu, şimdi bir müzeye dönüştü. Vehbi Koç ise girişim ve yatırımda ölçüsüz cömertti. Ama harcamalarındaki hesaplılık, ona bazen "cimri" damgası vurdururdu. Bir gün, Vehbi Koç'la, Belgrad Ormanı'ndaki yürüyüş sonrası, Kireçburnu'ndaki fırından, krikkrak denilen uzun peksimetleri alıyordum. Uyarmıştı beni, "Bunlar kuru oldukları için, ekmeğe göre çok pahalılar. Bence ekmeği kızartıp yesen, daha ekonomik davranmış olursun."
|