|
|
Karaca; imparatorluk çocuğu
Ölülerin ardından güzel konuşmanın adetten sayılması; kaybettiklerinizi sıcağı sıcağına yad etmenizi zorlaştırabilir. Sebebi belli: Bir davranışın adetten sayılır olması onu 'nöbet savma' durumuna getirdiği için duygu ve düşüncelerinizi kaydedip saklamayı arzularsınız. Ancak kayıtsız görünmeye ve dostlarınızı 'kötü zann'a sürüklemeye de hakkı hakkınız yoktur. Yapabileceğinizin en iyisi; ağıtçı veya methiyeci olmadan, kamunun değeri konumundaki merhumun güzelliklerini vurgulamak, oralarda ders ve hikmet aramak, gelen nesillere ilham verebilecek şimşekler yakalamaya çalışmaktır. Cem Karaca'yı böyle uğurlamayı hayal ediyorum. Kendisi ile uzun soluklu bir beraberliğimiz olmadı ama 'kırklanmış' bir zamanın üstüne gelen muhabbet yüreğimde derin izler bırakmaya yetti.. Vefatını öğrendiğim an bedenini ne kadar zorladığını bildiğim için büyük bir sarsıntı geçirmedim, derin bir acı ve yazıklanış haline büründüm. Onu tanımlamak için daha herhangi bir çaba sarf etmeden zihnime kelimeler, tamlamalar üşüşmeye başladı. Bunları unutmak istemedim; kafamda tarttım, tartıştım, hafızama sağlıklı bir 'Cem Karaca çehresi' nakşetmek için düşünce ve duygularımı derlemeye gayret ettim. Beynimde çakan ilk düşünce bana hala tanım niteliğinde görünüyor: O bir imparatorluk çocuğuydu. İmparatorluk olmayı ille de iyi bir şey saydığım yok.. En azından bazı imparatorlukların çok kötü olduğunda şüphem yok.. Fakat imparatorluk çocuğu olmanın kötü yanları iyi yanları yanında kayda değmezdir. Burada kastettiğim, ithal deyimle 'emperyal vizyon' sahibi olmak, sözgelimi Osmanlı nostaljisi yaşamak, yeniden 'Adriyatik'ten Çin Seddi'ne' dedirten büyük hayaller kurmak değil, daha yüce bir niteliktir: İmparatorluk çocuğu olmak çok yönlülüktür. Her kimlikten bir özsu damıtırsın, her halden bir renk yaşar ve taşırsın. Zirveyi de, gayyayı da iyi bilirsin. Hele kaybedilmiş bir imparatorluğun çocuğu isen büyük bir duygu ve fikir hazinesinin üstünde oturuyorsundur. Zaten merhum dostumun ismi de öyle söylüyor: Cem'in içinde yok, yok.. Arapça (cem') kelimesi ile karıştırıp 'toplayıcı' demek istemiyorum. Kendiliğinden dolu dolu. İran'ın İslam öncesi kültüründen gelen efsanevi bir varlık. Hatta biraz fazla efsanevi. (Necip Fazıl Kısakürek, Helen ve Roma'daki Dionizos ve Baküs'ün İran'daki karşılığı olarak 'Şarap Tanrısı' durumundaki 'Cem'in ismini oğluna veren koca Fatih Sultan Mehmet'i fena eleştirir.) Bazılarına göre İran'ın bu 'Cem'i aynı zamanda Adem.. Sadece bizim değil Nevruz'un da babası.. Yalnız bu 'Cem'lik safi İran değil, işe bin yıldan beri Türk boyası da karışmış. Büyük bir ihtimalle Hindistan'dan İran'a gelmiş.. Belki Helen'e de oradan. Lakin bu antik Cem'in baba ocağı Azerbaycan.. Tıpkı Cem Karaca'nınki gibi. Efsanevi Cem oralardan Osmanlı'nın ucuna, sonra da talihsiz şehzade ile ta Çizme'ye kadar uzanmış. Cem Karaca da birkaç iklimin çocuğu.. Hint'e kadar dayanmıyor ama Azeri bir baba ile Ermeni bir anneden gelip Alman illerine kadar uzanan bir maceranın kahramanı olmuştu. Beyni ile kulağı arasındaki vadide rakseden ses perileri, tek dinli ve tek milliyetli değildi. Hem türkü ile besleniyordu, hem Batı müziği ile. Merhum dost, meşrebi itibariyle de edebiyatımızda daima 'kadeh ile anılan' efsanevi Cem'in bir yansımasıydı. Cam-ı Cem sadece bildiğimiz 'şarap' ile dolu da olmazdı. Mistik aşkın sarhoşluğunu da simgeleyebilen bu 'bade'ler Cem Karaca'nın coşkulu ve çok yönlü kişiliğine, sonraki zamanların Bektaşi'liğini taşıdı; hem meyhanelik işreti, hem sufi meydanlarına özgü melameti yetiştirdi. Bunun gibi pek çok farklı boyut içerdiği için Karaca'nın macerası bana çok öğretici görünüyor. Onu sadece '68 kuşağı'nın büyük dalgalarından biri olarak görmek haksızlık. Meşhur '68 fırtınası' eserken tamı tamına 18 yaşında bir delikanlı olarak, 'karşı duvar'ın dibinde Cem Karaca'ya çok sıcak duygularla bakabilmiş biri değilim. Tanıdığım zaman ise 'bilge' damarlarının vaat ettiği orta yaş ve ileri yaş eserleri için heyecanlanmıştım. Ancak 'Cam-ı Cem' erken taştı.. Allah rahmetiyle ağırlasın..
|