Barbarların İstilası
Dipsiz Kuyu'da "tanıtım" pek olmaz. Ancak, mesela bir kitabın, bir filmin, bir insanın yüreğimde, aklımda yaptığı "uyarıcı" etki üstüne onları anar, uyarının etkilerini paylaşmaya çabalarım bazen. Bu da öyle bir şey. Birlikte yaşanırken tadı kaçırılan, çoğu kez değerleri ıskalanan, sonlu ve sınırlı olduğu pek düşünülmeyen hayatın, bir ölüm sürecinde "hayat" olarak kutsanmasına dair. Reklamı, gürültüsü, çok sayıda salonu olmayan mütevazı bir Kanada filminden içime işleyenler. Yakınınızda bir yerlerde oynuyorsa, "Barbarların İstilası"na belki gider, kendi manalarınızı da çıkarırsınız zaten.
***
Kimileri, ölümün hiç akla getirilmemesinin, "hiç ölmeyecekmiş gibi yaşanması"nın hayata asıl lezzeti, asıl motivasyonu kattığını düşünür. Kimileri ise, asıl "ölümün hiç unutulmaması"nın hayatı daha değerli, başkalarıyla paylaşımları daha insani kılacağı, bir nefis, vicdan ve akıl terbiyesi olacağı kanaatindedir. Aslında, bir çok ahlak öğretisinin yanında, dinler de büyük ölçüde bu ikinciyi vaaz etmeye çalışır; hatta "ölümden sonraki hayat"a vurgu da yaparak. Hesap verme anını telkin ederek. Biraz da, onunla adeta tehdit ederek. Fark ediyorum ki, "ölümden sonra hayat" üstünde pek durmasam da, giderek daha fazla, "ölümün hep hatırlanarak yaşanması" görüşüne yakın düşer oldum. Çocukluğumun daha altıncı yılında babamı kaybetmiş olmanın, hani o "doyamamışlığın, yaşanamamışlığın" etkisiyle hep içimde bir yerlerde diri olmuştu bu duygu ama... Zamanla; sevdiklerim, tanıdıklarım, özellikle genç sayılanlar yakınımda daha çok gider oldukça... Hiç tanımadıklarımın ölümlerinden bile hayat üstüne çıkarsamalar yapmaya meylettikçe, daha daha yakın düşer oldum. Böylesi doğrudur, iyidir demiyorum elbette. Ama hayat-ölüm ilişkisine nasıl bakarsak bakalım, ikisi de var ve ikincinin birinciyi nerede kıstıracağı genellikle belirsiz.
***
Film, aslında "belirli, beklenen, vadeli" bir ölümün, bitişinin farkında olunan bir "hayat"ın çevresinde, son günleri yüzleşme ve muhasebelerle idrak etme kadar, yaşananların tüm tadını, tüm zaaflarıyla beraber "hep birlikte son kez yeniden paylaşabilme" üstüne. Mutlulukları hep sorunlarla, bunalımlarla yontulmuş bir hayatın son anlarını, o mutluluk, yakınlık, birliktelik hassasına, içten olduğu kadar, kurmaca çabalarla da son kez kavuşturabilme üstüne. Yaşadıklarımız, yaşayamadıklarımız, gururlarımız, pişmanlıklarımız, yapabildiklerimiz, yapamadıklarımızla "biz" olduğumuzu... Bunların hepsinin bileşiminde sadece acıyı, üzüntüyü, kayıpları değil, keçiboynuzu tadı gibi kalmış hayat lezzetinin de, pekala lezzetli olduğunun kavranmasını hatırlatmak üzerine. Hayatın ölüm bilinciyle daha değerli, daha keyifli, daha duyarlı, daha paylaşmacı... muhteris değilse de daha tutkulu kılınabileceği... Ölümün de ancak bu "hayat bilgisi"yle daha katlanır olabileceği üzerine.
***
Kim bilir, filmi her gören belki aynı kıssadan hisseyi çıkarmaz. Ne değişir ki! Şu anda ölümümüzün kesin olduğunu idrak etsek, hiç ölmeyecekmiş gibi mi, ölecekmiş gibi mi yaşamayı ve çevremizle hangisi çerçevesinde, nasıl ilişki kurmayı tercih ederiz? Film bir yana, bu soru hayatın orta yerinde, ölümün menzili içinde hep yok mudur? Hiç sormasak, hiç akıl, yürek ve vicdan yormamış olsak bile... Ya bir ölüm sürecinde ya bir ölümün yakınında hala yaşarken, "muhasebe, icmal, tefekkür" talep edecek yok mudur?
|