|
|
EMRE AKÖZ
Bu yol nereye çıkar gardaş?
Ununu eleyip eleğini duvara asmış olan amcam, 'enseyi karartmayın' diyor. Eyvallah ama o ensenin ne şekilde tıraşlanacağı önemli bir mevzu Sıfıra mı vurduracağız, üç numara mı olacak, karışık mı kalacak, top ense mi olacak? Hem sonra tıraşı hangi berber yapacak? Di'mi ama!
Anladınız işte Mesele Türkiye'nin geleceği. Yeniden şekillenen dünyada konumumuz ne olacak? Soğuk Savaş'taki gibi ABD'nin yanı mı? Avrupa Birliği mi? Bağımsız, bağlantısız, tek başına debelenen bir Türkiye mi?
Toplumsal Tarih dergisi, Türkiye'nin dünya ekonomik sistemi içindeki yeri üzerine son derece önemli çalışmaları olan Prof. Çağlar Keyder ile bir röportaj yapmış. Hocanın hem insanın içini kapayan, hem de umutlandıran saptamaları var.
****
"Batı diye bir şey kalmadı artık" diyor Keyder. Yani artık Batı bir bütün, tek bir parça değil. İki farklı Batı var. Birbiriyle uyumlu olmayan, hatta çelişen iki medeniyet, ekonomi, siyaset anlayışı...
Birinci Batı, ABD... İmparatorluk kurmak istiyor. Dünyayı yönetmeyi amaçlamış. Bu projenin bir parçası olarak neoliberalizmi empoze ediyor. Neoliberalizm devleti asgariye indirmek, piyasalara maksimum otonomiyi vermek, siyasetin ekonomi üzerindeki etkisini sıfırlamak istiyor.
Bizim açımızdan diğer Batı ise AB... Avrupa Birliği yakın bir tarihe kadar kimliği (yani din ve kültür) öne çıkardı. Yani önce yaşlı Avrupa'yı toparladı ve buna Sovyet hegemonyasından kurtulan diğer Hıristiyan ülkeleri ekledi. Bu biçimde tanımlanmış bir Avrupa'da, Türkiye'nin yeri yoktu elbette.
Bunları belirten Keyder iki önemli saptama yapıyor
1) Eğer Avrupa kendini böyle tanımlarsa o zaman ABD ile baş edemez. Sınır tanımayan, icabında Irak'a, icabında Kolombiya'ya müdahale eden ABD'ye rakip olamaz. Avrupa'nın da ABD gibi bir imparatorluk oluşturması gerekiyor. Ancak kimliği öne çıkararak bunu yapamaz. Büyük bir ulus devlet olarak kalır. Bu yüzden Türkiye'yi de içine alarak dinlerin ve kültürlerin ötesinde, hukuka dayalı bir birlik olduğunu göstermesi gerekiyor.
2) Diğer önemli nokta şu Kapitalizm öyle bir hale geldi ki artık ekonominin herkesi istihdam etmesi mümkün değil. Ekonomik kriz olmasa da, Türkiye yılda yüzde 10 büyüse de işsizlik var olacak. Bazı insanlar ekonominin dışında kalacak. Bu soruna şu anda iki cevap verilmiş durumda Ya ABD'deki gibi kendi hallerine terk ediliyorlar; hapishanelerde, gettolarda yaşayıp (sürünüp) gidiyorlar. Ya da Avrupa'daki gibi sosyal devletin imkanlarından yararlanıyorlar.
Dolayısıyla Türkiye sistem tercihini bunların arasından yapacak. Peki Türkiye'deki çeşitli kesimler, ABD-AB yol ayrımında ne tarafa gitmek istiyor?
Bakın Prof. Keyder açısından önemli kesimlerin tavrı nasıl...
Burjuvazi Türkiye'nin ekonomik ilişkileri esas olarak Avrupa ile yoğunlaşmış durumda. Dolayısıyla Anadolu sermayesi AB'den yana. Buna karşılık İstanbul burjuvazisi devletle yakın ilişkileri dolayısıyla Ankara'nın tavrını bekliyor, kontrpiyede kalmak istemiyor.
Aydın, okumuş orta sınıf ABD'nin kültürel cazibesi etkisini yitiriyor. Bu ülkenin olumsuz yanları öne çıkmaya başladı. Bu kesimdeki 'Avrupa bizi nasıl olsa kabul etmez' fikri dengelenmeye başladı.
İşçiler ve işsizler Yukarıda sözü edilen 'yapısal işsizlik' sorunu nedeniyle ibre Avrupa'ya döndü. 'Fırsat' mı, 'gelecek güvencesi' mi sorusu önlerine geldiğinde ikincisini yani Avrupa'yı tercih edecekler.
Hükümet AB yanlısı kararlar alıyor. Ancak bunu iki farklı medeniyet projesi olduğunu bilerek mi yapıyor; belli değil.
Ordu Uzun süredir ABD ile içli dışlı. Ondan silah alıyor. Bu bağları kopararak AB'ye yönelmesi kolay değil. Ama Irak'ta olanlar orduyu sarstı, uyandırdı. Zor bir kararın eşiğinde.
****
Sonuç olarak Prof. Keyder; artık Doğu-Batı, Müslüman-Hıristiyan gibi kimlik tartışmalarının yakında önemsiz hale geleceğini... Çünkü imparatorluklar düzeninde (ve rekabetinde) kimliğin önemsiz hale geldiğini söylüyor.
Özetle "1990'larda AB bizi istemiyordu. Ancak 11 Eylül'den sonra ABD'nin apaçık ortaya çıkan emperyal niyeti konjonktürü değiştirdi. AB'nin bize ihtiyacı var. Bu muhteşem bir fırsat. Ama tabii bu fırsatın nasıl değerlendirileceğini Ankara'daki büyük çekişmeler belirleyecek."
Size demiştim Tamam enseyi karartmayalım. Ama "Hani ense tıraşın" dediklerinde neyi göstereceksiniz? Mesele bu...
Cazlı kahvaltı ve 'taki'ye'
Dün Emirgan'daki Sakıp Sabancı Müzesi'nde ilginç bir etkinlik vardı Caz eşliğinde kahvaltı.
Önder Focan (gitar), Yavuz Darıdere (org) ve Cengiz Baysal'dan kurulu Focan Hammond Üçlüsü, Türk müziği de dahil olmak üzere farklı alanlardan parçaları yorumladılar.
Bu etkinliğin birkaç ilginç yönü vardı.
Bir kere, Focan Üçlüsü'nden önce DJ kabinine Nurcan Akad geçti. Akad, Akşam gazetesinin yayın yönetmeni. Gayet hoş parçalar çaldı. Aksamadı. Profesyonel bir diskjokey ancak bu kadar iyi olurdu. Müzenin çayırına yayılan davetliler kah büyük minderlerin üstüne yatarak, kah ayakta durarak 'DJ Akad'ı dinlediler.
İkinci ilginç nokta ise etkinliğin Ülker Grubu tarafından organize edilmesiydi. Hem ColaTurka, hem de Başbakan Erdoğan bağlantısı nedeniyle Ülker Grubu bu aralar gündemde. Ama bence ilginç olan nokta bu değil. Hatırlarsınız '28 Şubat' döneminde bu grup 'tu kaka' edilmişti. 'Yeşil Sermaye'nin önde gideni olarak ilan edilip gericilikle ve şeriatçıları destelemekle suçlanmıştı.
Hadi buradan buyurun bakalım Adamlar cazlı kahvaltı düzenlediler. Ama yok; belli ki taki'ye yapıyorlar!
BİRİ ÖKÜZ İSE DİĞERİ NE?
Buket Uzuner 'Şiirin Kızkardeşi Öykü' adlı son kitabının bir bölümünü 'Cinsel Öyküler'e ayırmış. Okuma fırsatım olmadı ama gazetede çıkan habere bakılırsa yazar, "Resmi kocalarıyla yatakta bile özgür olamayan kadınlarla, onları mutsuz eden erkeklerin hüzünlü öykülerini" anlatıyormuş. Peki, tamam. Erkeklere 'öküz' denmesini neredeyse kanıksadık da... Birisi de çıkıp "Resmi karısıyla yatakta bile özgür olamayan erkeklerle, onları mutsuz eden kadınların hüzünlü öykülerini" anlatsa. Çünkü biri öküzse, diğeri de 'şey' oluyor...
Haberleri gazete sayfası görüntüsünde okumak için
SABAH e-Medya"ya
tıklayın
|
|
|
|