kapat
31.03.2002
 GÜNAYDIN
 SON DAKİKA
 EDİTÖR
 YAZARLAR
 HABER İNDEKS
banner
 EKONOMİ
 FİNANS
 MARKET
banner
 TÜRKİYE
 DÜNYA
 POLİTİKA
 İSTANBUL
 SPOR
 GALOP
 MAGAZİN
 SAĞLIK
 KAMPUS
 HYDEPARK
 İNANÇ
 ANKETLER
 SABAH
 FOTOMAÇ
 GÜNAYDIN
 ŞAMDAN
 CİNSELLİK
 EMİNE BEDER
 SABAH PAZAR
 KİTAP
 SİNEMA
 SANAT
 RENKLER
 GURME
 TARİH
 SUNNY
 HİGH-TECH
 YAT&TEKNE
 NET YORUM
 NET GÜNDEM
 MELODİ
 ASTROLOJİ
 SARI SAYFA
 METEO
 TRAFİK
 ŞANS&OYUN
 ACİL TEL
 KÜNYE
 WEB REKLAM
 ARŞİV
 

Depremin üçüncü gözü

Hayatı boyunca deprem olacak korkusuyla yaşayan annem, sonunda Havai'ye kaçmış. Ben de işte orada onun rahmine düşüvermişim!" diye gülerek anlatmıştı çok sevgili arkadaşım Kim. Kaliforniya'da doğup büyüyen Amerikalılar'ın sürekli bir deprem tedirginliğiyle beraber yaşadıklarını ondan öğrenmiştim.

Oysa Los Angelas'ta bir iş yemeği sırasında yakalandığı büyük deprem sırasında, beraber olduğu Amerikalılar'ın yemek masasının altına oturup, depremin geçmesini sakin biçimde beklediklerini anlatmıştı Deniz. İnsan yaşamının değerli olduğu ülkelerin vatandaşları fay hattı üzerine kurulu yerleşimlerde deprem sırasında bile sakin olabiliyorlardı, demek ki... "...Ama işte sonunda yeniden Kaliforniya'ya dönüp gelmiş annem ve ben de orada doğup, büyümüşüm" diye gülerek devam etmişti Kim hikayesine. O zaman anne, baba ve kardeşini depremde kaybettiğinde küçücük bir kız çocuğu olan kendi annemi düşünmüş, içim ezilmişti.

Gelecek otuz yıl içinde büyük bir depremin yaşanacağı kesinlikle belirlenen İstanbul'da kendi evleri(miz) depreme dayanıklı olsa da deprem esnasında nerede olacağı(mız) bilinmediğinden idam mahkumu gibi bekleyen (biz) vatandaşlarına devletin ve yerel yönetimlerin insan yaşamının değeri konusunda en ufak bir güvence verdiği söylenemez. Biliyorsunuz değer verilmezlik, insanda aşağılanma duygusu yaratır ve aşağılanmışlık bütün olumsuzlukların başlangıcıdır. Aşağılanma duygusu insanın ve toplumun yaratıcılığını, üreticiliği ve mutluluğunu yokettiği gibi, kargaşa ve içsavaşın da kökeninde aynı duygunun yarattığı derin incinmenin körüklediği öfke ve intikam yatar. Depreme karşı vatandaşını korumayan sistemle, değer verilmezlik- aşağılanmışlık duygusu yaşayan birey arasındaki ilişkiye gelince; önlem alınmazsa, bunun sonuçları hemen değil ama yıllar içinde kendini gösterecek bir sosyal patlamayla anlaşılacaktır.

YIKIK ÜLKE!
'Geride kalanlar'ın sonradan yaşadıkları yıkımları öğrendiğimizde, depremin yalnızca can ve mal güvenliğimiz konusunda bir tehdit oluşturmadığı gerçeğini sert bir tokat gibi yüzümüzde hissedip, hayatlarımızı bir 'ayakta kalmak' düzlemine indirmeye çalışanların ne kadar yanlış ve kötü bir yolda olduklarını iyice kavrıyoruz. Bu kavramaya en son olarak Yıkık Kentli Kadınlar adlı kitap yardımcı oluyor. Müge İplikçi'nin içtenlikli ve özverili bir çalışmayla bir araya getirdiği 1999 Deprem'inden sağ kurtulan farklı insanların 'geride kalış' hikayelerini okur okumaz şiddetle kavrıyorsunuz ki, 'geride kalanlar' konusu acilen ciddiye alınmalı, 'Allaha emanet' politikasından artık vazgeçilmelidir. Yıkık Kentli Kadınlar kitabındaki depremden kendi bedenleri kurtulan, ama çocuklarını, anne-baba ve/ya eşlerini enkaz altında bırakmanın ağır yüküyle tanımlanamaz ruhsal çöküntüye düşen insanların özellikle kadınlar arasından seçilmesi, yazar Müge İplikçi'nin yaranın kabuğunu iyice açıp, toplumumuzda aşağılanması daha kolay cinsiyeti işaret etmesindeki aydın duyarlılığından kaynaklanmaktadır.

Bir oğlu depremde ölen annenin 'bazen kaderci, bazen isyankar' oluşu, kendisi 48 saat enkaz altında kalan ve bir kızını kaybeden bir başka annenin 'Kadere inanmıyorum ama devlete kızgınım' sözleri, 'Acılar üzerine politika yapılmaz' diye isyan eden Değirmendereli bir depremzedenin uyarısı, depremde iki kızı ve bir oğlunu-bütün çocuklarını kaybeden, bu yetmezmiş gibi kocası tarafından da terkedilen ve 'artık korkmuyorum' diye sessiz çığlık atan genç kadının, hepsinin hem maddi hem de ruhsal yardıma ihtiyaçları olduğunu derin bir acıyla kavrıyor, bu yardımın devlet için çok da zor olmadığını biliyor, bildikçe isyan ediyorsunuz. Bugün bu insanların başına gelenin yakında hepimizin başına gelebileceğini düşünmenin artık kehanet olmadığı bir coğrafyada yaşamanın bilinciyle deprem konusunun yalnızca enkazdan sağ kurtulmak olmadığına dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Deprem sonrasında hayatta kalmanın da yaşam kalitesi açısından önemini vurgulamak üzere sivil direniş gücümüzü kullanmamız gerektiği düşüncemi yineliyorum. Hepimiz kendi çevremizde ve çapımızda sivil dayanışma ve direniş yapabilir, yerel ve ulusal yönetimlere vatandaş olarak uyarıda bulunabiliriz.

Dünyanın birinci, ikinci ve üçüncü diye kategorize edilmesine ve bizi de en yoksul, gelişmemiş, demokrasiden uzak üçüncü dünya ülkeleri arasına koymalarına daima karşı çıkmışımdır. Ama Kaliforniyalı arkadaşım Kim'in annesinin, deprem korkusunu gülerek anlatışındaki güven ve değer verilmişlik duygusuyla Yıkık Kentin Kadınları'nın (ve elbette erkeklerinin de) kendilerini geleceğe dair tek bir umudu kalmamış, yoksul ve değersiz hissettikleri memleketimin bir üçüncü dünya ülkesi kabul edilmesine de nasıl karşı çıkılır ki? Depremin iki gözü gelişmiş ülkelerin üzerindeyse, bize depremin bile ancak üçüncü gözü kalmıştır. Buysa bir kader değildir. Vatandaşının daha iyi, daha kaliteli yaşaması için plan ve program yapan, yani vatandaşına değer veren yönetimleri hak ettiğimize hepimiz inanmadan ne deprem öncesi ne de sonrası aşağılanmaktan kurtulmamız olasıdır.

Yıkık Ülkeli Vatandaşlar olup olmamak elimizde. Rehavetten kurtulup kurtulmamak da bize bağlı. Belki öncelikle bu kitapta çığlık atan insanlara yardım elinizi uzatmakla yola çıkabilirsiniz... Kimbilir... Çünkü insan hayatı da ikiye ayrılır: Depremden önce ve depremden sonra!

Buket UZUNER



<< Geri dön Yazıcıya yolla Favorilere Ekle Ana Sayfa Yap

Copyright © 2002, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır