Hukuk üstüne bir kaç sözcük ve hırtlık'lar senfonisi...
Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde, Dinç Bilgin hakkında açılmış olan kamu davasında verilmiş olan tutuklama kararı; ilgili yasalardaki bazı değişikliklerin ertesinde, kamu davasının -normal mahkemeler sistematiği içinde- İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderilmesi sonucu, yine mahkeme tarafından kaldırıldı. Şu sıralarda Dinç Bilgin'le yakınları, "geçmiş olsun, gözünüz aydın" ziyaretleriyle telefonlarının tayfunları içinde olmalı... Bendeniz bu tür yarışlarda pek ön alamadığım için, kaç yıldır birlikte çalıştığımız Bilgin'le, bire-bir sesli konuşmakta gerilere düşersem, kimsenin kusuruma bakmayacağından eminim.
Eskilerin "tevhid-i kaza" dedikleri "yargı birliği", yani her türlü kamu davasının normal mahkemeler sistematiği içinde görüleceği ilkesi, bir türlü gerçekleşemedi Türkiye'de...
Türkiye'deki yasaların, "evrensel hukuk ilkeleriyle" ne kadar bağdaşıp bağdaşmadığı bir yana; bir de bu yasaların çiğnenip çiğnenmediğinin denetimi; normal mahkemeler sistematiği içinde değil, yapılanmaları birbirinden çok ayrı mahkemelerce yürütülüyor.
Yarım yüzyıldan daha uzun bir süre, zaman zaman değindiğimiz konulardan biridir "yargı birliği" konusu.
Neyse...
Ateş düştüğü yeri yakar. Bilen bilir 10 ay tutuklu kalmanın ne demek olduğunu; disiplin uygulamalarında zaman zaman daha esnek davranılmış olsa bile...
Dinç Bilgin'in tutuklu kaldığı süre, gazetede çalışan arkadaşların büyük bir bölümü, dişlerini canlarına takmanın da yetmediği zorluklar çektiler. Ama hep ileriye dönük umutlar vardı içlerinde...
Dileriz gerçeklere dönüşsün umutları.
Nüfusa göre toplam gazete tirajının 30 milyon olması gerekirken, Türkiye gibi 3 milyona takılı kalmış; anadilinin "okuma-yazma" boyutundan kopuk bir ülkede, bir ömrü "yazıyla" bütünleştirerek yaşamış olmanın ne demek olduğu da pek bilinmez.
Geçenlerde Rahmi Bey'e de -başını ağrıtma pahasına- uzun uzun anlatmaktan kendimi alamadım bu konuları.
Türkiye'de salt yazıyla ömür geçirmek, eskilerin ünlü bir sözünün değişik bir gölgesine benziyor:
- Sen yazıyı yaz da denize at; balık bilmezse Halik bilir...
Yüzyılların birikimleriyle duyarlılığı artabilseydi de; toplumsal radarlar da bilseydi ne olurdu sanki?
Öteden beri var olan hırtlıklar'da da, aşırı bir yoğunlaşma başladı.
Saat gece yarısına çeyrek var.
Telefon çalıyor.
Açıyorum.
Katıca genç bir ses:
- Ben sizin bir okuyucunuzum. "Kullar ve Sultanlar" kitabınızı şimdi bitirdim. Acaba hangi kaynaklardan yararlandığınızı bana açıklar mısınız, diyor.
Tarihle ilgili bir anlatım kitabı da, bir belgedir. Orada yazılmış olanları daha derinliğine merak edenler, bunları gece yarısı yazarından öğrenmeye kalkmazlar. Bir iki ay kitaplıklarda çalışır, kendileri incelerler merak ettikleri boyutları. Ya yazarın olayları çarpıttığını saptarlar, ya da çarpıtmadığını... Nerde o ince merak, nerde o ince ölçü?
Bir sigorta şirketi... Kendisine on yılı aşkın süre, bir arabanın kasko primi ödenmiş ve hiç bir talepte bulunulmamış.
Derken küçük bir kaza oluyor. Hasarın 250 milyon lira olduğu resmen belgeleniyor. Sigorta şirketi, bir süre sonra bedeli ödüyor.
Ya sonra ne oluyor?
Sigorta şirketi, ödediği 250 milyon liralık bedeli, bir yıllık yeni kasko priminin üstüne ekliyor..
Özel ödemelerle çalışan bazı TV kanalları var.. Müşterilerle telefon ilişkisine geçen oralardaki küçük hanımların, ses ve üslup ilkelliğini duysanız bir de...
Bir, iki, üç, beş değil ki, hırtlık saksılarında özel yetiştirilmiş deve dikenleri...
İstanbul'la ilgili deprem öngörülerindeki ürkütücülükte de; hırtlık ve kestirmeci kurnazlıkların, payını düşünüyorum bazen...
Değişen bir Dünya ve "kendince"liği bir türlü değiştiremeyen Türkiye...
Dinç Bilgin'den bendenize kadar, hepimiz de nasibimizi alıyoruz bundan...