Başbakan Ecevit, son çeyrek yüzyılın belki de en hayati dış gezisini Ocak ortasında Amerika'ya yapacak..
Koalisyon liderleri IMF'nin 10 milyar dolarlık ek kaynak için şart koştuğu 11 yasayı hızla meclisten geçirmeye karar verdiler.
Bu çalışma, ABD'ye Ecevit'in "eli güçlendirilmiş" olarak gitmesini sağlayacak.
Türkiye, Batı dünyasına bu bölgede sağlam bir ortak ve İslâm dünyasına da imrenilen bir örnek olsun isteniyor..
Bunun için ekonomik krizin aşılması, istikrarlı bir büyümenin kurumlaştırılması ve bu arada Avrupa Birliği üyeliği yolunda müzakereleri başlatacak kalitelere 2002 yılı içinde ulaşılması gerekiyor.
İki felâket Türkiye'ye yaradı..
Bin Laden olayı Türkiye'nin bir cazibe merkezi olarak parlatılması, Arjantin'deki ayaklanma da dış ekonomik desteğin sürdürülmesi ihtiyacını duyurdu.
Dış rüzgâr, yalnız ekonomik iyileşme yolundaki umutları arttırmakla kalmıyor, Avrupa Birliği yolunu da açıyor.
Değişim, iki hedefin de anahtarıdır. Ve iki hedefe de aynı kapıdan geçerek yürüyeceğiz.
Değişime karşı çıkanlar, 1975'te Demirel'in, 1978'te Ecevit'in AB trenine atlamamızı önlemekten dolayı sırtladıkları vebalin daha büyüğünü omuzlarına alacaklardır.
Çünkü 25 yıllık gecikme ile ele geçen ikinci şans üçüncü kez doğar mı; kimse bilemez..
Prof. Dr. Eser Karakaş, Yunanistan'la birlikte 1981'de AB'ye girseydik ne olurdu; hesabını çıkarmış. Diyor ki:
"O tarihte kişi başına milli gelirimiz 1730 dolardı. AB üyesi olarak yılda en az yüzde 5.5 büyümeyi tutturabilirdik. Daha hızlı büyüyenler olduğu halde ben hayalci olmamaya çalıştım. Yaptığım hesap, bu fırsatı tepmekle Türkiye'nin 20 yılda 750 milyar dolar kayba uğratıldığını gösteriyor."
Yani yılda 35 milyar dolar kaybımız var.
Üstelik bu para faizli borç değil, kendi yarattığımız kaynak olacaktı.
Bundan Ecevit ve Demirel'e her Türk vatandaşına 11 bin dolar tazminat borcu çıkıyor!
O tarihte "Girersek sanayimiz ölür" deniyordu. Yunanistan, Portekiz, İrlanda'da olmadı böyle bir şey. Hepsi kurtuldu.
Şimdi "Bütünlüğümüz tehlikeye girer" diyenler oluyor. Bu da yanlış, çünkü...
AB'ye girdikten sonra bölünen veya bölünme tehlikesine düşen ülke de yok!
Hükümetin, hattâ yasa gerekiyorsa meclisin, bu rezalete kökten son vermesi lâzım.
Devlet, halka hizmet organizasyonudur.
Vatandaş aldığı hizmetin karşılığını vergisi ile peşin peşin ödüyor zaten.
Ama son zamanlarda vakıf veya dernek adına bastırılmış makbuzlar veya davetiyeler karşılığında para toplamak, kanser gibi yayılan bir hastalık halini aldı.
Kimse "zorla almıyoruz" diyemez.
Evet silâh çekilmiyor ama bağış makbuzu iliştirilmemiş başvurular da sonuçlandırılmıyor. Yani devlet dairesinde işini görmek isteyen herkes bu paraları ödemek zorunda.
Bu paralar, yarı resmi vergi görüntüsüne sokulmuş haraçtır. Hele görevlendirilmiş polis memurları eliyle yapılınca daha utandırıcı, daha tehlikeli bir yozlaşmadır.
Kamu görevinin bir grup ve zümreye maddi menfaat sağlamak amacıyla kötüye kullanılmasına devlet razı olamaz.
Hayırlı bir amaç için kullanılması bile zorla alınan bu parayı helâl ve meşru kılamaz.
Vatandaş istemeden veriyor, parayı toplayan memur utanarak istiyor, devlet-vatandaş ilişkisi tahrip oluyor.
Bu kangrene neşteri vurması gerekenler acaba daha ne bekliyor?