Eylülle saklambaç
Eylülü yaşamadan geçtik... Mevsimlerin mevsimi; bir tek aya sığmış sırlar, imalar, itiraflar mevsimi kapımızı çalmadı bu yıl...
Penceremize uçuk sarıdan vanilyaya; topraksı ışıltılardan bağbozumuna uzanan renklerini düşürmedi...
Bu yüzden ne yazın hesaplarını kapattık, ne de gelecek için çeki düzen verdik kendimize...
Ne bütün bir yaz boyunca flört ettiğimiz, seviştiğimiz, çekiştiğimiz hayatı eylülün ışığında nasıl gönülden sevdiğimizi farketme fırsatımız olabildi¥ Ne de yaklaşan hazanın izlerine bakıp ölümle barışabildik...
Yaz artığı bir hava sürüp gidiyor: İyidir, hâlâ dışımız gibi içimiz de sıcak! İyidir, hâlâ karamsarlıkla aldırmazlık arasındayız.
Kış hâlâ çok uzak! Hiç yoktan iyidir; çünkü bu sayede sosyal-ekonomik-siyasal sıkıntılarımız can sıkıcı bir TV dizisini andırmayı sürdürüyor; sanki ekrandan çıkıp hayatımıza bıçak gibi saplanmalarına daha vakit var!..
Ama durulmamız gerekirdi...
Öfkelerimizi, coşkularımızı, aşklarımızı durup dinlendirmek; aklın ve geleneğin bilgelik süzgecinden geçirmek, damıtmak gerekirdi; bunun için eylüle ihtiyacımız vardı...
Olmadı!
Bu kışa hazırlıksız gireceğiz besbelli!
Şimdi çok uzaklarda gibi görünen soğuk birden bastırdığında; tenimizle birlikte ruhumuz da üşüdüğünde şaşıracağız!
Yine de yapılacak bir şey var:
Şehrin sokaklarına çıkmak!
Güneşe şükretmek ve yürümek, yürümek, yürümek!..
Çöplerin, klaksonların, huysuz ve huzursuz kalabalıkların arasından yürümek...
Gizli kalmış, saklanmış, şehrin bir köşesine büzülmüş eylülü bulmak için!
Haberiniz olsun! Büyük camilerin çevresindeki kuytu avlularda; aşıkların sahip çıktığı manzaralı tepelerde, kalender ve yalnız şehirlilerin mekân tuttuğu rutubetli mahallelerde saklanır eylül!
OKURLARDAN
Telefon, mektup ve mail'le aşk
"İlahi Haşmet bey! E-posta çağında aşka ne oldu, diye soruyorsunuz. Ne olacak? 'I love you' virüsü oldu!" diye yazmıştı bir okurum.
Gerçekten de birkaç ay önce bir bilgisayar virüsü ortalığı sarmıştı. E-posta kutunuzu açtığınızda "Seni seviyorum" yazısını görünce "kim acaba?" diye tıklıyordunuz ve "Aşk" virüsü bilgisayarınızı işlemez hale getiriyordu!
Neydi bu? Yoksa kıvrak ve haylaz bir zekâ bize "aşk mektuplaşma yoluyla bulaşan bir hastalıktır" mı demek istiyordu?
Neyse...
Aşk ve mektup (ve tabii telefon ve e-mail) üzerine yazdığım iki yazı hakkında okurlarım da sağolsunlar, mektuplarıyla görüşlerini ve deneyimlerini aktardılar. Bunlardan biri vardı ki, kimi bölümlerini atlayarak sizlerle de paylaşmak istedim:
"Garip bir öykü bizimki: Tam bir yıl, iki ay, yirmi iki günden beri birbirimizi hiç görmedik. Ama aynı evde yaşayan iki insandan daha fazla 'görüyoruz' birbirimizi... Biz telefonda konuşmaya 'sesimizi sevmek' diyoruz. Birbirinden çok uzak iki şehirde, telefonların ucunda, bazen hiç konuşmadan derin acılarımızı sessiz çığlıklarla anlatırız...
Mektup yazıyoruz. Ay boyunca yazdıklarımızı biriktirip, kocaman zarfların ya da kolilerin içine doldurup gönderiyoruz. Birbirimize vermek istediğimiz çiçekleri önceden kurutup mektuplara serpiştiriyoruz. Her gün yazıyoruz, bazı günler sayfalara sığdıramıyoruz sözcüklerimizi, bazı günler ufacık bir kağıt parçasında bir cümle ile noktalıyoruz mektuplarımızı. Ve her mektubumuz 'en çok' ifadesiyle bitiyor: 'seni seviyorum en çok sana yazarken.'
Akşamları hayat uykuya dalınca biz uyanıyoruz. Bu saatlerde e-mail yazıyoruz, ardı arkası kesilmeyen dağlara, uzayan yollara, gecenin karanlığına inat... E-mail'lerimize de mektup diyoruz biz. Plastik tuşlardan, sıcak, yakın, biz bize mektuplar yaratıyoruz. Sonra bunları yazıcıdan çıkartıp yine normal posta ile gönderiyoruz birbirimize, mail olmaktan iyice çıkıyor yazdıklarımız aslında, kağıtların arasına herhangi bir anın telaşında objektife yansımış birkaç resim koyuyoruz.
Siz "e-mail çağında aşk" diyorsunuz adına. Bizce aşkın çağı yok! "Aşk çağında e-mail" demek, daha doğru ifade olsa gerek..."
|