Cumhurbaşkanı Sezer, Meclis'te yaptığı konuşmada, "Vekiller azaltılsın" dedi.
Bu teklif kulağa hoş gelmiyor değil ama bence palyatif bir çözüm gibi görünüyor.
Meclis'te 450 vekil bulunduğu yılları hatırlayın...
Ne farkı vardı, bugünden?
Daha gerilere gidin, bir zamanlar "Cumhuriyet Senatosu" vardı da ne farkediyordu?
Koca bir sıfır!
Çünkü mesele, milletvekilinin niceliğinde değil niteliğinde saklı!
Bu ülkede Şevki Yılmaz gibi karanlık isimler vekillik yaptığına göre bu nitelik meselesi can alıcı demektir.
Biraz zorlasa neredeyse bakan olacak Şevki Yılmaz, kaçtığı Almanya'da şimdi, Bin Ladin'e destek veren demeçlerle, uluslararası teröre katılmaları için müslüman gençlere çağrılar yapıyor.
Demek ki milletvekilinin "niteliği" önemli...
Vekillikte niteliği sağlayacak köklü çözüm ise, partiler yasasının ve seçim yasasının değiştirilmesinde yatıyor.
Ama burada da karşımıza bir paradoks çıkıyor.
Yüce Meclis'i esir almış olan bugünkü sistemin yarattığı çarpık yapı, nasıl olacak da, bu yapıyı değiştirecek?
İnsan, oturduğu tahttan inip iskemleye oturur mu?
Hatta "ayakta çalışmayı" kabul eder mi?
Halbuki iş yapacak vekil ayakta çalışır.
Sezer, "Vekiller azaltılsın" derken, kuşkusuz devlette "küçülme" fikrini seslendiriyor.
Fakat, bugünkü siyasi partiler yapısı ile devlette küçülmeyi sağlamak da çok zor.
Çünkü partiler, bilhassa devletteki hantallığa, geniş ekonomik kapsama ve neredeyse sınırsız mali olanağa yaslanmış bulunuyor.
Bu ülkede, şimdiye kadar verilmiş en büyük siyasi kavga, devlet bankalarının ve KİT'leri kapışılmasında gerçekleşmedi mi?
Koalisyan partileri bu imkanlar için boğaz boğaza gelmiyorlar mı?
Ben, biraz daha radikalim:
İlle de "çoğulcu demokrasi" olacak diye, bu kadar partiye ne hacet var?
Birisi bana, DSP ile CHP arasındaki farkları, DYP ile ANAP arasındaki farkları ve SP ile AKP arasındaki farkları anlatabilir mi?
Hatta, DSP ile MHP arasındaki farkı anlamakta bile zorlanmıyor muyuz?
Dünyanın en rasyonal siyasi rejimini kurmuş olan Amerika, iki büyük partiyle idare ediliyor.
Bu adamlar, aptal mı yoksa?
Bizdeki siyasi yapı, toplumun sırtından geçiniyor ve toplumun sorunlarını çözmek yerine, o sorunları daha da ağırlaştırıyor.
Sırtımızdaki kamburu, Batı sermayesinde, IMF'te, Dünya Bankası ve benzeri kurumlarda ve hatta küreselleşmede arayan solcu artığı kireç beyinlilerin dibe vurdukları nokta da burada yatıyor.
Türkiye'nin sırtındaki kambur Ankara'dadır.
Bir yerde bir Türk asılacaksa, ipi en önce getirenler de Türklerdir.
Sabah dahil, bütün gazeteler, İçişleri Bakanı Yücelen'in önceki günkü açıklamasına balıklama atladı.
"Usame Bin Ladin'in kardeşi yakalandı"
Aynı Bakan, bir buçuk saat sonra, yakalanan şahsın, Ladin'in kardeşi değil, kuzeni olduğunu açıkladı. Doğru bilgiyi aktardı.
Abdullah Bin Ladin, Usame'nin dedesinin kardeşinin torunuydu. Kardeşi değil de kuzeni... Bütün fark bu!
Ertesi gün bütün gazeteler, "Bakanın büyük Gafı" manşetleri çekmişti.
Bence bu büyük bir gaf değil...
Ladin'in kardeşi veya kuzeni, ne kadar fark ediyor ki?
"Ladin" soyadı başlıbaşına büyük olay değil mi?
Eğer, yakalanan kişinin Ladin ile hiçbir akrabalık ilişkisi çıkmasaydı, o zaman bakana yöneltilen eleştiri haklılık kazanırdı.
Fakat ah şu bizdeki, "asmayalım da besleyelim mi zihniyeti" yakamızı bırakmıyor ki!
Bakan makan farketmez!
Dünyanın en büyük röportajcılarından biri olarak lanse edilen İtalyan kadın gazeteci Oriana Fallaci, akıl almaz cehaletini sergileyerek islama nefret kusmuş...
Corriera della Sera gazetesindeki yayınlanan son makalesinde "İslam en büyük tehlikedir" diye yazmış...
Bu kadın yazarın, dünyanın 1.5 milyarlık kesiminin inancı hakkında gösterdiği fütursuzluğu, İtalyanlar'da sık sık rastladığımız "umumi dangalaklığa" "İslamiyet" hakkındaki "cehaletine" bağlamak mümkün...
Başbakanları Berlusconi de geçenlerde "Batı medeniyeti, İslam'dan üstündür" gibi bir laf ettiydi.
İki italyanın bu "beyinsizlik marifeti" bence sabıka ve hasetlerinden kaynaklanıyor.
İtalyanlar, ikinci dünya harbinde ağır çuvalladılar.
Faşizme asker yazılıp yanlış ata oynadılar, zoru görünce de, savaş bitmek üzereyken Batı Cephesi'ne tornistan ettiler.
Savaş taktikleri ve muharebe yeteneği alanında ne kadar "beceriksiz oldukları" ise tarihle sabittir.
Şimdi önlerine aniden Amerika'ya "yanlama" fırsatı çıktı ya...
Türkiye'nin de kendilerinden çok daha prestijli bir konumda olduğunu kıskanarak, İslam hakkında atıp tutacak kadar heyacanlandılar.
Apo konusunda da rezil olmuşluk duyguları bu telaşa tuz biber ekti.
İtalyanlar'ın fırsatçılığı bu iki olayda kabak gibi ortaya çıkıyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri'ne silah alımında, son derece kritik noktada görev yapan bir albayın, uluslararası silah şirketleri ile "akçalı ilişkileri" sabırlı bir takibat sonunda tespit edilmiş.
İddiaya göre, albay, teknik şartnamaleri avanta ilişkisine girdiği şirketlerin lehine hazırlıyormuş, alan memnun veren memnun..
Fakat, Silahlı Kuvvetler'deki denetim mekanizması tereddütsüz işletilmiş ve albay görevden alınarak yargıya havala edilmiş...
Bu gelişmenin, devletin sivil kanadında dönen dolaplara kesin bir örnek ve ders oluşturması dileğiyle, şunu da söylemek isterim:
Uzun yıllardır bütçenin büyük bölümünü yutan ve trilyonlarca harcamaya yol açan Silahlı Kuvvetler alımlarının, daha da şeffaflaştırılması, kamuoyunda tartışılması, genel şeffaflaşmaya ve sivil kesimin kendini yenilemesine önderlik edecektir.