  
Geç kalmak
Machine wash cold. Do not bleach.% 100 Cotton. Made in Portugal.
İki gündür bu yazıları okuyordum. Tekrar tekrar. Bir ayindeymişim gibi...
Esra'dan bana kalan tek eşya'nın; bu beyaz tişörtün içindeki etikette böyle yazıyor.
Ne zaman giymişti bu tişörtü? Neden bende bırakmıştı?..
Hatırlamıyordum. Bembeyazdı tişörtü, içimi acıtacak kadar beyazdı! Belleğim ise kapkaranlıktı.
Kaçmıştım. İki yıl boyunca ortadan kaybolmuştum. Döndüm...
Neden kaçtığımı sorsalar, anlatamazdım. Ya da "anlatması uzun" deyip geçiştirirdim ve ne söyleyeceğimden de emin olamazdım.
Esra'dan kaçmıştım sanırım.
Bir suçlu gibi mi, yoksa suç işlemekten kaçar gibi mi? Hiç ayırt edemedim!
Ama daha çok onun suçsuzluğundan kaçar gibiydim.
Uzak bir ülkede kaldığım iki yıl süresince yazışmadık, telefonla konuşmadık... Sadece haberlerini aldım.
Hep merak ettim yine de?
Ağlarken bile gülmeyi sürdürüyor muydu?..
Hiç sevmediğini söylediği şiirler okunduğunda gözleri doluyor muydu?..
Yeryüzünün yuvarlaklığından bile kuşkulanıp sevgisinden asla kuşkulanmama inatçılığını sürdürüyor muydu hâlâ?..
Annesi hâlâ onu öteki kızından ayırıyor, Esra'ya "hastabakıcı" muamelesi yapıyor muydu?..
Çevresindeki yakışıklı erkeklere laf atacak kadar bıçkın tavrı hâlâ sürüyor muydu?..
Canı sıkıldığı günlerde pembe elbiseler giyiyor muydu?..
Bensiz kaldığı iki yaz boyunca gittiği sahil kasabalarında ne yapmıştı? "Sokak kedisi" numarasına yatan ayyaş entelektüellere sırf gönülleri olsun diye sahip çıkmış mıydı yine?..
Ben bunları merak ediyordum ama, arkadaşlarım ve ailem bana bambaşka şeyler anlattılar.
Bir gün ortak bir arkadaşımız Esra'nın hasta olduğunu yazdı. Hasta!..
Yoksa babam mıydı bunu yazan? Babam Esra'yı, tanıştırdığım günden beri çok sevmişti. Bana "değer bilmez" muamelesi yapar, onu korumaya çalışırdı...
Birkaç ay sonra da hayata gözlerini kapadığı haberini aldım.
Yoktu artık. Bu kadar yalındı işte!
Ve Esra'ya hiç sevgi sözleri söylemediğimi hatılamıştım; bu da çok yalın ve yakıcıydı...
***
Dönüşümden üç dört gün sonraydı. Havanın serinlediği, yağmur bulutlarının gökyüzünü kapladığı bir gün mahale camiinin ilan tahtasında Esra'nın kırk mevlidinin ilanını gördüm. Tebeşirle yazılmıştı...
Mevlit akşamı ateşlendim. Yerimden kıpırdayamayacak kadar bitkin düştüm.
Yine de bir dürtü beni yerimden kaldırdı.
Yağmur altında camiye koştum.
Garip bir biçimde kapı yerine pencerelere yöneldim. Yüzümü oluktan akan sudan korumaya çalışarak cama yapıştırıp içeri baktım. İğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalıktı. Erkekler sessizce diz çökmüş, başları öne eğik dua ediyorlardı. Kadınlar mahfilinde bir aydınlık vardı; sanki bir gemi projektörü düzgün aralıklarla bütün kadınların yüzünü aydınlatıyordu...
Tam kapıya gittiğimde ağır muşambayı kaldırıp dışarı çıktı babam.
Kararlı bir sesle "Eve dön!" dedi.
Yanından geçip içeri girmeye çalıştım. İtti...
"Hastasın. Eve dön!"
Döndüm.
O sırada saatime baktığımda sabahın ikisini gösteriyordu. Bozulmuş herhalde diye düşündüm. Fakat kafam bulanmıştı.
Bahçe kapısının oradaki çalılığın arkasına saklandım. Sırılsıklamdım ama sabırla camiden çıkacakları beklemeye başladım.
Bekledim, bekledim, bekledim...
Kimse çıkmadı camiden.
Koştum, kapıdan içeri girdim.
Cami bomboştu.
Neydi bu? Düş müydü?
***
Eve dönüşümü uzattım. Her yanımdan akan yağmur suları umurumda bile değildi. Yürüdüm ve düşündüm.
Bazı şeyleri hiç anlayamayacaktık.
Aşkı hiç...
Her şey inanmak ve inanmamakla ilgiliydi ve inanç kanıtlarla ilgilenmiyordu.
İyi de, ben niye böyle geç kalmıştım?
Bundan sonraki hayatımda dudaklarımdan dökülecek her "seni seviyorum" sözü boşluğa salınmış küçük bir çığlık veya hesapçı bir ödül mü olacaktı?
|