Türkiye'nin istikametini saptayacak en önemli yol haritası "Ulusal Belge" dün Bakanlar Kurulu tarafından onaylandı.
Bu belge aslında; AB tarafından hazırlanan, Türkiye'nin devreye sokması gereken "değişim politikaları" ile benimsemesi gereken "değişim ruhu"nun altını çizen Katılım Ortaklığı Belgesi'ne verilen bir yanıt.
İlk bakışta bu yanıt son derece kapsamlı. Türkiye'nin hukuki mevzuatını baştan aşağı yenilemeyi öngörüyor; ekonomik, sosyal, siyasal ve kurumsal köklü reformlara yönelik resmi bir iradenin varlığını ifade ediyor. Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz'ın "çağı yakalama" projesi, diğer bir deyişle ülkenin toplumsal sorunlarına "çözüm paketi" olarak takdim ettiği bu belgenin kabul edilmesi tabii ki sevindiricidir ve doğru bir hattan en azından şekil olarak sapılmadığı göstermektedir.
Ama belgeye dikkatli bir gözle bakınca ve ülkedeki mevcut siyasi koşulları düşününce açıkçası bu sevinç insanın kursağında kalıyor.
Her şeyden önce bu belge, onca uzunluğuna rağmen, hükümet programlarını akla getiren genel geçer vaatlerden oluşuyor, somut önerilerde bulunmuyor, somut tarihler koymuyor. Bu çerçevede AB taleplerine karşı tepkiye değin varan, "askeri ve siyasi hassasiyeti savuşturacak" bir zaman kazanma, sorun erteleme belgesini andırıyor. Resmi bir belge hazırlayarak AB'ye karşı bu konudaki yükümlülüğün yerine getirilmesini, ancak muğlak ifadelerle somut adımların ve kararların zamana ve güçler dengesine bırakılmasını ifade ediyor.
Öte yandan, demokratikleşme konusunda, andığımız askeri ve siyasi hassasiyetin başka şekilde de bu belgenin ruhuna sızdığını görüyoruz. Bu, Ulusal Belge'nin giriş kısmından başlayarak tüm siyasi kriterlerine yayılan ve öngördüğü özgürlüklere daha şimdiden sınır, kayıt koyan yönüdür. Bu yön alışıldık bir kavramdan, "Türkiye'nin kendisine özgü koşulları"ndan yola çıkmakta, demokratikleşme ile ülkenin toprak bütünlüğünü, üniter devlet yapısını ve laikliği karşı karşıya getirmektedir.
Kısacası demokratikleşmede atılacak ileri adımların yol açağı tehlikeye işaret etmektedir.
Nitekim siyasi alanın daralmasına, siyasetin temsil kabiliyetinin kaybolmasına, siyasetçinin devlet nemalarına yönelmesine yola açan çarpık yapılanmanın sembolik mekanizmalarından birisi olan MGK'nın devletin içindeki yerini ve işlevini koruyan, hatta savunan; kültürel hakları ve Türkçe dışındaki dillerin kullanılmasını "özel alanlarla" ya da sokakla sınırlayıp, buradaki kullanımı bile, kullanma niyetinden hareketle kısıtlamaya yönelen bir mantık, "objektif ve hukuki" kriteleri değil, "sübjektif ve siyasi" kriteleri öne alan bir mantıktır.
Bu mantık, akıl ve gelecek adına kabul edilemez bir duruma işaret eder; Yılmaz'ın beklentisinin hilafına sorunları çözmez, tersine azdırmaya devam eder.
En nihayet görmek gerekir ki, "siyasi ve toplumsal çoğulculuğu" sınırlayan ve tehlike gören bu mantık ile "çoğulculuk ve çok-kültürülüğü" yeni Avrupa modelinin temel felsefesi olarak benimseyen AB'nin duruşu arasında çok ciddi çelişkiler vardır. Ve bu çelişki Ulusal Belge'nin inandırıcılığını önemli ölçüde zedelemektedir.
Tüm bunlar bir yana, "Türkiye'nin gerçeği" olarak ifade edilen demokratikleşme ve değişmenin karşısına gerekçe olarak çıkarılan durumun, bugün herkesi kasıp kavuran, ekonomiyi kökünden vuran, ülkeyi yoksulluğa ve asayiş mantığına terk eden diğer bir gerçeği ürettiğini görmezden gelmek nasıl mümkün olabilir?
Belli ki, söylenen sözler ve verilen vaatler ne olursa olsun, hükümeti ve devletiyle Türkiye henüz sorunlarını tespit etme ya da sorunlarının üzerine gitme noktasına gelmemiştir.