Farketmeden gelen baharın güneşiyle ısınan odama girdim sabah. Baktım ki, akşam masamın üstünü fena halde dağıtmışım. Neresini toplayayım derken, elime dün akşam çıkarıp bıraktığım bir dosya geçti. Oradaki notlarıma baktım.
1996 Mart ayına ait bir notta "Marguerite Duras artık yok. Yeni kitapları olmayacak" yazmışım.
"Erkekleri sevebilmek için çok sevmek gerekir" diyen; bir roman kahramanını "teni aşıkların teninin beyazlığındaydı" sözleriyle betimleyen yazar öleli beş yıl olmuş.
Gözlerimi kapattım. Onun kısacık romanı "Moderato Cantabile"yi cebime sokuşturup lodoslu havalarda Kadıköy'deki dalgakırana gittiğim ergenlik günlerimi hatırlamaya çalıştım.
Bize katlanmak kolay değildir. Siz biliyordunuz Madame!.. Bu yüzden "erkekleri sevebilmek için çok ama çok sevmek gerekir" demiştiniz.
Ama kolayını buldu yeni kadınlar. Sevmenin ne önemi var; geçerli olan istemek...
Biz erkekler de onlardan aşağı kalmadık tabii.
Madem piyasa kuralları her yerde işliyor, madem her şeyi piyasa belirliyor; severek katlanacak, severek sevinecek ne kalmıştı ki?.. Karşılıklı "el sıkışmak"; kıtlık ve rekabet; almak ve vermek...
Piyasa heyecanları yetiyor da artıyor bile bize...
Genç sevgiliniz kapınızın önünde günlerce yatmıştı. Açmamıştınız kapıyı. Huzursuzlanmıştınız önce; sonra da deli midir divane mi, yoksa gerçekten aşık mı diye sorgulamıştınız.
Artık bu tür davranışlar güzel bir "şov" değeri taşıyor; birkaç yıl sonra eşe dosta anlatılacak hoş bir macera; şimdi bunların tadı başka!..
Ne güzel anlatırdınız, Madame!
Erkeklerle kadınlar arasında dağlar kadar fark vardır: Erkek bakar, bakar, bakar... Kadın bakıldığını bilir; kendisi olur, bakıldıkça kendisi olur ve aynı anda nasıl uzaklaşır erkekten...
Kadın sözdür; akıp giden, durmadan boşalan söz...
Erkek gramerdir; dilbilgisidir.
Ve sırf bu yüzden iki yanda da aslında bir şey değişmez.
Bir de şu onulmaz yara var, değil mi Madame? Yani asla anlayamayışımız birbirimizi. Kadınların ve erkeklerin önce birbirlerini sevmeleri, sonra karşılıklı, anlaşılmayı istemeleri ve o andan başlayarak da her şeyin tepetaklak gitmesi, yani...
Siz anlaşıldığınıza inanmak için alkolün sarhoşluğunu seçmiştiniz. Hastanelerin soğuk yataklarında son bulan sayısız acı serüven...
Ama başkaları da alkolsüz sarhoşluklarla idare ediyor, bakmayın siz!
Her türden inancın damıtılmasıyla yapılan "içkiler"in sarhoşlukları daha etkili; ikna yetenekleri daha baş döndürücü neredeyse...
Ve bir türlü gerçekten yan yana gelemiyor kadınlarla erkekler...
Dahası cinsiyetlerin altını çizmeyi bir yana bıraksak göreceğiz ki; bir türlü yan yana gelemiyor insanlar!..
Siz görmüştünüz; yalnızca yalancılara, kötülere, yaramazlara tanınan "huysuzluk hakkı"nı kendimizden esirgeyerek yenildiğimizi...
Siz görmüştünüz; acıyı yok saymaya kalkmanın sevinci getirmeye yetmediğini...
Global anestezi kültürünün yarattığı mutluluğun sahte olduğunu görmüştünüz.
Bu kadar "kaçak" olacaksak mutlu değil duyarsız olacağımızı; o zaman yaralarımızı yalayıp kaşımanın bile daha zevkli kalacağını anlatmaya çalışmıştınız...
Sizi özlemişim madame!
Bisikletteki "Gökyüzündesin" der.
Balondaki "Yahu, bunu biliyorum, ben bulunduğum yeri soruyorum."
Bisikletteki yanıtlar: "Balondasın."
Balondakinin tepesi atar, aşağı bağırır:
"Bana bak, sen yoksa iktisatçı mısın?
Bisikletteki şaşkın, "nereden bildin?" diye sorar.
Balondaki adamın yanıtı şöyledir: "Her söylediğin doğru ama hiçbir işe yaramıyor."