"Halk şu anda hakettiği yoksulluğu yaşamıyor."Son yıllarda bu kadar çarpıcı, bu kadar cesur bir cümle duyduğumu hatırlamıyorum. Bir yandan "haketmek"le "yoksulluk" sözcüklerinin yan yana kullanılmasıyla yaratılan paradoksla derinden sarsılırken bir yandan da gerçeğin bu kadar açık, kesin ve tavizsiz bir biçimde ifade edilişi karşısında hayranlık duyuyorsunuz.
Cümlenin sahibi liberal iktisatçılarımızdan Prof. Eser Karakaş... Radikal Gazetesi'nde Neşe Düzel'le gerçekleştirdiği Pazartesi Konuşması'nda böyle diyor.
Cümlenin önü ve arkası da var tabii. Eser Karakaş, şu andaki yüksek enflasyonun, Türkiye'yi, tam olarak görmemizi engellediğini söyledikten sonra şöyle devam ediyor: "Eğer Türkiye enflasyonu düşürmeye kalkarsa, işte o zaman Öteki Türkiye'yi tam olarak göreceğiz. Enflasyon beş-altı yıl içinde aşağı çekilirken kişilerin üretkenliği ile geliri arasında ilk defa bir bağ kurulacak ve kişi üretkenliği neyse o kadar gelir elde edecek. Rant dağıtımı, karşılığı üretim olmayan bir paranın aktarılması bitecek. Türkiye'de yer yerinden oynayacak. Ve, Öteki Türkiye tartışması işte o zaman başlayacak. Çünkü halk şu anda hak ettiği yoksulluğu yaşamıyor¥ Türkiye'deki son yirmi yıllık bütçe açıkları nereye gitti? Bu bütçe kaynak aktarımı için açık verdi."
Karakaş'ın röportajının belki de en önemli yanı, son günlerde, kâh Bankalar Operasyonu'nu kâh Buffalo Operasyonu'nu izlerken, tepelerdeki kirlenmeye baktıkça toplumca kapıldığımız "temizlik" ve "masumiyet" duygusuna saldırması...
Hiçbirimiz masum değiliz, diyor Karakaş... "Soygunun sadece tepedeki sivil asker bürokrasi ve bir kapitalist grubu tarafından yapıldığını, altta da işinde gücünde olan ama düşük verimlilikle çalışan milyonlarca masum kurban olduğunu" sanmanın en büyük yanılgılarımızdan biri olduğunu; aslında soyguncu sayısının soyulandan daha fazla olduğunu söylüyor.
Karakaş'ın sözünü ettiği; talan sisteminden "ufak ufak" ama kitleler halinde götüren ve 20 yıllık bütçe açıklarının esas müsebbibi olan anonim soyguncuların kimler olduğunu hepimiz biliyoruz: Üniversitesinden küçük esnafına, Hazine arazisini işgal eden yeni kentlilerden memurlara, KİT çalışanlarına, ürettiğiyle değil devlet sübvansiyonuyla ayakta duran tarım kesimine, devlet teşvikleri ve korumacılıkla ayakta kalan imalat sanayii patronlarına ve o fabrikaların işçilerine, eğitim bedavacılarından sağlık bedavacılarına ve oradan devlet yardımıyla sanat yapmaya kalkan kültür ve sanat adamlarımıza kadar onmilyonlarca kişi...
Bütün bu kesimleri alt alta yazıp topladığınızda Türkiye'nin ezici çoğunluğu ile karşılaşıyorsunuz. Bu ezici çoğunluğun karşısında da, "Türkiye'de kendi çocukları için daha iyi bir hayat isteyen, bunun koşulunun da kurallar toplumuna dönüşmekten geçtiğini gören" küçük bir azınlık yer alıyor.
Bu tablo bize, Türkiye'de değişim politikalarını savunmanın neden çok ama çok zor olacağını da gösteriyor. Çünkü böyle bir politika, devleti halk için halka rağmen küçültecek sivil bir elitizmi, bu anlamda da ciddi bir radikalizmi gerektiriyor.
Ve bir de mangal gibi bir yürek...
Tıpkı Eser Karakaş gibi, "halk şu anda hakettiği yoksulluğu yaşamıyor" diyebilecek; değişime direnen çoğunluk karşısında değişim isteyen "dış güçler"le ittifaka hazır olduğunu söyleyebilecek; bu uğurda "hainlik", "işbirlikçilik" ve benzeri suçlamaları göze alabilecek bir yürek...