Özellikle son 2 yüzyılı kapsamış olan bu çatışmanın temeli, şu 2 sorunun değerlendirilme biçiminde yatar:
1- "İnsan beyni" Doğa'nın, yahut Kainat'ın, yahut Evren'in, yahut Kozmos'un genel bütünü içinde ve onun bir "parçası" olan bir olgu mudur?
2- "İnsan beyni" Doğa'nın, yahut Kainat'ın, yahut Evren'in, yahut Kozmos'un genel bütünü dışında ve kendine özgü "ayrı" bir olgu mudur?
Birinci soruya "evet" diyenler, "Monist" bir değerlendirmenin düşünürleridir; ikinci soruya "evet" diyenler ise, "Düalist" bir değerlendirmenin...
Bu 2 ayrı değerlendirme yüzünden son 2 yüzyılda milyonlarca ve milyonlarca insan öldü...
Evet, milyonlarca ve milyonlarca...
"Monizm" ve "Düalizm" neden bu kadar milyonlarca insanın çatışmasına ve ölmesine neden oldu?
Çünkü:
1- Mülkiyet üstünlüğünü elinde tutan sermaye sınıfı, kendi çıkarına uygun yasalarla bir devlet örgütlenmesi yaratmıştı ve enerji kaynağı olarak insanın kol gücünü, yani işçi sınıfını kullanıyordu.
İşçi sınıfının kol gücüne dayalı bir üretim biçimi, burjuva sınıfı için öylesine kârlı bir çerçeve içine oturtulmuştu ki; kendi çıkarına uygun yasalarla bir devlet örgütlenmesinin zırhına da bürünmüş olan egemen burjuva sınıfının, bu "çerçeveyi" kendiliğinden değiştirme olasılığı yoktu.
Oysa "Monistler" için böylesi bir duraganlık, durmadan değişen Kozmos'un öz niteliğine aykırıydı.
Kol gücünü enerji kaynağı olarak kullanan egemen burjuva sınıfı modeli de, mutlaka değişecekti. Sürekli kendi dinamiği içinde değişen Kozmos'un, insan beynini de kapsayan bir özelliğiydi bu. Böylesi sürekli bir değişime, donmuş bir "egemenlik çerçevesi"yle karşı çıkılamazdı...
2- Peki, bu değişim nasıl olacaktı? Madem ki, böylesi bir "burjuva sınıfı tutuculuğu"nda okkanın altına gidenler "işçi sınıfı"ydı; öyleyse "değişim"in önünü açmak da onlara düşüyordu...
Sınıf çatışmaları böyle başladı ve bu çatışmalar hemen siyasal boyutlar kazandı.
Bu çatışmaların siyasal boyutları; "Monizm" ile "Düalizm" arasındaki zıtlığı algılamaktan çok daha çekici geldi; özellikle genç kuşaklarla çeşitli örgüt liderlerine...
Sloganlar çarpıcıydı:
"Sömürüye hayır."
Yahut:
"Milleti sınıflara bölmeye hayır."
3- Burjuva sınıfının, dolayısıyla da işçi sınıfının gelişmemiş olduğu yerlerde, "değişim" nasıl sağlanacaktı?
Çünkü burjuva sınıfı egemenliğinde, endüstri üretimi yapan devletler; kendi pazarlarını yitirmemek için, geri kalmış ülkelerin köylülükten kurtulup endüstri üretimine geçmesini engelliyorlardı. Buna da siyasal literatürde "Emperyalizm" deniyordu.
Öyleyse geri kalmış ülkeler; öncelikle, iktidarda kalabilmek için emperyalizmle işbirliği yapan kendi egemenlerini devirmeliydiler.
Henüz endüstri aşamasını yapamamış geri ülkelerde ortaya çıkan bu yeni "değişimcilik" değerlendirmesi; Lenin'in öncülüğünde Rusya'da bir ihtilale neden oldu ve çok değişik bir "yönetim modeli" yarattı.
Ve bu değişik "yönetim modeli" önce Dünya'yı ikiye, sonra da üçe böldü...
Sovyet ihtilali, "Düalistler"i hareketlendirdi. Sanki yeni model, insanları mutlu edebilmiş miydi? Burjuva tüketim, zevk ve lezzetlerinin hiçbiri yoktu Sovyetler'de...
Ancak bu arada Sovyet İhtilali'nin gerçekleştirdiği bir misyon, gözlerden saklandı...
Sovyet İhtilali, işçi sınıfının sömürüsüne dayalı burjuva egemenliğinin tutuculuğunu kırmış; burjuva sınıfı çıkarları açısından hiç de rantabl olmayan yatırımlarla ilk kez Uzay'a gitmişti...
Ve birden tutucu burjuva egemenliği de teknolojiye büyük yatırımlar yapmaya başladı. Yeni teknolojiler, kol gücünü enerji kaynağı olarak kullanma dönemini artık tarihe gömüyordu.
Yeni bir Dünya Düzeni başlıyordu. Yeni teknolojilerin güngünden artan üretimini yeterince pazarlayabilmek için, Dünya'daki yoksul insan kitlelerinin zenginleşmesi gerekiyordu.
Global sermaye, artık ne kol gücü sömürüsüne gerek duyuyordu; ne de yoksul ülkelerin, daha teknik üretimlere geçmesini engellemeye... Enerji kaynaklarıyla üretim biçimindeki değişim, yönetim modellerini de değiştiriyordu. "Ulus-devlet" modelinin katılığı aşınıyordu...
Çünkü saydam olmayan ve oligarşik bir yapılanmaya dayanan "ulus-devlet" modelleri, kendi egemenliklerini pekiştirmek için, dış silah alımlarıyla kendi halklarını yoksul bırakıyorlardı.
Global sermaye içinse, geri ülkelerdeki oligarşik egemenlerin silah alımları artık kârlı değildi. Halk kitlelerinin zenginleşip, durmadan artan üretimi emmesi daha kârlıydı.
İnsan beyni "Kozmos"un dışında kendine özgü ayrı bir olgu değildi. Madem Kozmos kendi dinamizmi içinde sürekli bir değişimden ibaretti; miniminicik Arz yuvarlağı üstündeki insanoğlunun da bu değişime karşı çıkma olanağı yoktu. Hele elektrik gibi, elektronik gibi, soğuk füzyon gibi, Kozmos verilerini daha çok kullanmaya başladıkça...
"Komünist-Kapitalist" çatışması, "duraganlığın" aşılması ve teknolojinin önünün iyice açılmasıyla evresini tamamlamıştı...
Şimdi sıra yoksul insan yığınlarını çağdaş bir tüketimin içine almaya gelmişti...
Bu değişim ve gelişimi engelleyen eski model yapılar depremlenecek; eski model sloganlar da, yeni rüzgarlarla tazelenecekti.
İnsanlık ortak tek anayasa, ortak tek dil, ortak tek paraya, yani "Dünya vatandaşlığına" doğru gidiyordu.
Tabii Kozmos'daki değişime uygun olarak..
Buna "globalleşme" deniyordu, belki de "Komünizm" demek kafa karıştıracağı için...
Not: 1 yıl önce yazılmış bir yazı... "Kahrolsun Komünizm diye diye globalleşme"den...