Milli Güvenlik Kurulu'nun Nisan ayı toplantısında alınan ve Başbakanlık tarafından bundan bir ay önce YÖK Başkanlığı'na gönderilen "gizli" ibareli bir kararın tam da şimdi, YÖK'e veto şokuyla aynı anda basında yer alması tesadüf olmasa gerek. "Gizli" yazı, üniversitelerde irticaya karşı başlatılacak stratejik planın çerçevesini belirtiyor.
Yani dünkü yazımda işaret ettiğim korku gerçek oluyor. YÖK, Sezer'in vetosuna, rejimle ilgili "misyonu"nu hatırlatarak cevap veriyor. YÖK, üzerinde başlayan demokrasi ve hukuk tartışmasını "ideolojik savaş" platformuna çekerek 28 Şubat'taki saflaşmayı yeniden hortlatmaya ve böylece kendi varlık sebebini yeniden üretmeye çalışıyor.
Demek istediğim, taktik hep aynı taktik: Önce korkut sonra hükmet!
Şimdi elimizde iki farklı metin var. Biri Cumhurbaşkanı'nın YÖK'e gönderdiği ve veto gerekçesini açıklayan mektup. Diğeri de MGK'nın Başbakanlık aracılığıyla YÖK'e gönderdiği "İrticai Faaliyetlere Karşı Mücadele Stratejisi" başlığı taşıyan ve 7 tedbir içeren talimat.
Cumhurbaşkanı, "YÖK ve üniversiteler ülkemizin demokratikleşme sürecinde engelleyici değil, hızlandırıcı kurumlar olmalıdır" diyor. MGK Talimatları ise YÖK'ü, daha önce tanımladığı "iç düşman"a karşı verilecek savaşın öncü müfrezesi olarak görüyor. Tabii, mesele böyle savaş strateji gibi askeri terimlerle ifade edildiğinde "öncü müfreze"de demokratik kuralları savunmak ya da üniversitelerden "demokratikleşme sürecini hızlandırıcı" etki beklemek gayet abes kaçıyor.
Cumhurbaşkanı, rektör seçimlerinde YÖK'ün ancak somut ve geçerli kanıtlar bulunduğu takdirde seçimde ortaya çıkan sıralamayı değiştirebileceğini, aksi takdirde değiştiremeyeceğini söylüyor. MGK ise ne somut, ne geçerli kanıt peşinde. Seçimmiş, sıralamaymış, umurunda değil. "Rektörler irticaya taviz vermeyecek" gibi son derece soyut, son derece sübjektif olan tek bir kıstas getiriyor. Ve bu kıstasla YÖK'ün eline "Genel Kurul filancanın irticaya karşı yeterli kararlılıkta olmadığı kanaatine varmış olmalı" deme fırsatı veriyor.
Cumhurbaşkanı, "üniversite yöneticilerinin seçimle belirlenmesinin demokratikleşmenin önde gelen koşullarından biri" olduğunu söylüyor. MGK'nın talimatı ise YÖK'ün atama yetkisini daha da genişleterek "doçentleri ve yardımcılarını da YÖK atayacak" diyor
Görüldüğü gibi bu iki metin, birbirleriyle taban tabana zıt iki anlayışın ürünü. Bu zıtlık karşısında iki tutum benimsenebilir:
Bunlardan birincisi, MGK'nın "üniversite rektörlerinin her türlü olumsuz koşullara karşın Atatürkçü düşünceden vazgeçmemesini" dikte eden talimatı reddedilip, hür ve demokratik bir ülkede vatandaşların Atatürkçü olmama hakkı savunulur. İnsanların ve bu arada üniversitedeki akademik kadroların beyinlerine ipotek koymaya kalkanlarla ideolojik tartışmaya girişilir. Bir üniversiteyi yönetmek için aranan vasıfların her şeyden önce bilimsel yeterlilik ve yöneticilik becerisi olması gerektiğinde ısrar edilir. Rektör olmak için devletin resmi ideolojisini benimseme şartı koşulmasına itiraz edilir.
Takınılacak ikinci tutum ise, rektörlere Atatürkçü olma zorunluluğu getiren talimatı prensipte kabul edip YÖK tarafından elenen adayların aslında ne kadar has Atatürkçü olduğunu ıspatlama çabasına girilir.
Hemen söyleyelim ki bu yol çıkmaz bir yoldur. Çünkü Atatürkçülük ölçer bir alet henüz keşfedilmediği için, kimin ne kadar Atatürkçü olduğuna, sonunda yetkiyi-iktidarı elinde tutan karar verir.
Nitekim, birçok yazarın, 9 Eylül Üniversitesi'nde kriz çıktığından beri, rektör adaylarından Emin Alıcı'nın Atatürkçülüğüne kefil olan onca yazı yazmaları YÖK'ün tutumunu değiştirmeye yetmemiştir.