Montesquieu, "Portakal yetişen yerde demokrasi zor tutar!" demiş.
Kuvvetler Ayırımı'nın bu Fransız babası, portakal derken C vitamini bolluğundan çok, herhalde çok sıcak ve rutubetli havayı kastediyor.
Demesi şu:
Çok sıcak ve rutubet yalnız insan bünyesini değil, zihin melekelerini de fazlasıyla etkiliyebiliyor. Zaten iklim ile rejim arasındaki ilişkiyi daha sonra başka kuramcılar da kurdular.
Demokrasi elbette bünyesel ve zihinsel cevvaliyet gerektiriyor. Demokrasinin kurulup işletilmesi için üretmek, çalışmak ve her türlü etkinliğin örgütlenmesi şart.
Kurulmuş bir sistem yok ise, bunları ortaya çıkarmaya aşırı sıcak, cıvık, vıcık bir rutubet engelliyebiliyor.
Montesquieu'lüğe özenmiş duruma düşmeden acaba şunu söylemek mümkün mü?
- Törörü besleyen etkenler arasında cıvık, vıcık sıcakların da payı vardır!
Sıcak böyle olunca, zahir dağa çıkmak bir içgüdüsel yönelime dönüşüyor.
Çünkü dağlar serin, dağlar püfür püfür.
Varlıklıların yaz ortasında Alpler'de "treking"e çıkması bundan. Belki treking olsa başka etkenleri de bahane ederek sıcaktan bunalanlar Cudi'ye o niyete çıkacaklardı.
Ama sıcağa rağmen makus talih değişiyor.
Klimalı, Galleria türü mağazalar çoğaldıkça dağlara alternatifler çoğalıyor. Bir de havalandırmalı fabrikalar işyerlerinin sayısı artsa dağlar popülerliğini çoktan kaybedecek. Güneydoğu Anadolu belki binlerce yıldır yazları cayır cayır yanıyor. Ama bu yıl başka türlü yanıyor. Türkiye'nin Cumhuriyeti kurarken Misak-ı Milli sınırları içine buraların dahil edilmesinin bir nedeni de, istemeden de olsa, Montesquieu'nun kuramını yıkmak için.
Mardin Kapısı da yanıyor. Ama Diyarbakır'ın içi başka türlü yanıyor.
Siz bakmayın, o TV'deki havalı hanım kızların hava tahminlerindeki kesir işaretli rakamlarına.
O nereden bulunduğu bilinmez "santigrat derece"leri, gelsinler de Diyarbakır caddelerinde gezdirsinler o termometrelerini.
Ve tepelerinin nasıl delinip de içlerinden fokor fokur cıvaların taştığını seyretsinler.
Borç bini aşınca baklava börek yenirmiş. Diyarbakır'da da dereceler 50'yi aşınca halk da öyle yapıyor. Elbette işi ve parası olanlar. Üstelik baklava börek yeme işi üstüne Maraş dondurmasıyla yapılıyor. Diyarbakırlılar'ın hiçbir kompleksi yok. Üstelik Maraşlılar'a haklarını fazlasıyla teslim ediyorlar. Maraş dondurmasını tam adıyla söylüyorlar:
- Hele O Kahramanmaraş dondurmasından iki küllah da bana veresen!
Kentin amblemi olan ve zafer taklarının üzerine heykelleri yerleştirilen karpuz ancak Ağustos ortasında sökün ediyormuş.
Diyarbakır'ın yeni havaalanı hizmete girince gerçekten burası Avrupa'nın Kapısı olacak.
Kabası çoktan bitmiş terminal binası boyut bakımından değil ama özen ve estetik (ve hatta etik) bakımından İstanbul'un yeni terminalinden birkaç gömlek daha üstün.
Bir defa cephe İstanbul'unki gibi yer yer iğreti duran fırlayıp çıkacak gibi salananan saç kaplama panellerle veya cam malzemeyle değil, özenle kaplanmış renkli granit.
Atatürk Havaalanı'nın yolcuların fazla geçmediği bölümlerini aprona çıkış koridorlarını, duvarlarını sütunlarını pislik pejmürdelik götürüyor.
Sacaklar birçok yerden şimdiden atmış. Sütunları kaplayan bazı paneller de yerinden oynamış, yolcuların üstüne düşmesin diye hayırsever bir yetkili yara bandı ile bunları birbirine yapıştırmış. (Tanık: Antalya Miletvekili Kemal Çelik). Beton ve çimento çapakları, gevşemiş panellerin yarığından en olmayacak yerlerden gelene geçene sırıtıp duruyor.