30 yaş üstü kuşağı son 10-15 yılda Türkçe dilini, iyice hacamatlayarak nerdeyse tek fiile indirgeyiverdi ve köklü bir kestirmecilik getirdi konuşmaya..
Artık "takılmak" fiiliyle anlatılamayan hiç bir hayat olayı yok gibi:
- Dün akşam Bebek'de Nursen'lere takıldık...
- Ben sabah önce Fakülte'ye takıldım...
- Ne o sende mi karar verdin hayata entel takılmaya?
- Yok yahu ben herşeye sadece güncel takılırım...
- Var mısın bu gece Hipnoz Bar'a takılalım?
- Yine mi cin toniğe takılacağız?
- Ben artık rakıya takılıyorum...
- Sen de bizim peder gibi nostaljik takılıyorsun yani...
- Bekle bir dakika şimdi dönerim..
- Nereye?
- Çişim geldi tuvalete takılacağım...
Refi Cevat, yahut Peyami Sefa gibi eski kalemler sağ olsalar; üzülürler, hatta kızarlardı Türkçe'nin gitgide daha çok kısırlaştırılmasına...
Ama kuşaklar değiştikçe neler değişiyor, neler bozuluyor, neler benimseniyorsa; başka türlü olamayacağından ötürü öyle oluyordur...
Eğer Türkçe dili de, 100-200 yıla kadar dünyadan silinecekse, bunu engelleme olanağı yok gibidir...
Konuşanları tarafından yeterince yazılmayan ve aynı dilde yazılmış yazıların da yeterince okunmadığı bir dil; bu kadar hızlı değişen bir dünyada daha kaç yüz yıl ayakta kalabilir ki?
Attık tuttuk, yerden alıp gökte yedik, efelendik yiğitlendik ama; pek de uzun olmayan tarihimizin her döneminde, anadilimizle ne yazıda sevişebildik, ne okumada...
Ne yapalım böyle bu...
Sıcaklarla aranız nasıl?
Bizim Sabah dünkü manşetinde "Deve bayıltan sıcağa dikkat" diyordu.
Deve bayıltan sıcaklar...
Şu sırada bizim Göztepe'deki yazı odasında saat sabahın 9.30'u ve termometre 30'u gösteriyor.. Bilmiyorum öğlenleyin kaça çıkar?
Bir de soğutma donanımı olmayan resmi dairelerdeki bahtsız memurları düşünün..
Biliyorsunuz bizim geleneklerimizde kulların değeri yoktur. Onlar Dünya'ya büyüklerinin emirlerini dinlemek için gelirler.
Bu tarihsel geleneğin dışına şimdilik sadece 9 milyon kişi çıkmış gibi görünüyor...
Onlar da daha önceleri kulken, kalkınma hamleleri sayesinde büyüklerimizin bulunduğu en üst sınıfa kamanço olmuşlar... Tanrı sayılarını arttırsın...
Hadi biz de nostaljik takılalım biraz... Bizim çocukluğumuzda evlerdeki dikiş kutularında bir de tahtadan bir yumurta bulunurdu. Yırtık çoraplarımızın topukları o tahta yumurtaya geçirilerek yamanırdı. Üniversiteyi bitirdikten sonra dahi bir hayli sürdü yamalı çoraplar ve tabanı delindiği için pençe yaptırılmış eski ayakkabılarla dolaşmam...
Liseyi bitirdikten sonra ailemden bir metelik yardım almamakda ve kendi hayatımı yazıyla kazanmakta inatlaşmıştım. Bu da ancak sürünmeyi göze almakla mümkündü. Tıpkı Yaşar Kemal'ler, Orhan Kemal'ler, Aziz Nesin'ler gibi...
Bugün hayata tekrar başlasam yine aynı şeyi yaparım. Bir ömrü "yazı"ya layık olabilmek için yaşamanın acısı da, tadı da bir başkadır; kimsenin pek anlamadığı...
Benim çocukluğumda çok evin alaturka helasında akar su yoktu, sadece küçük dolu ibrikler ve teharet bezleri vardı...
Benim çocukluğumda elektrik de yoktu. Geceleri idare lambaları yanardı, tuvalet kapılarının dibinde...
Şimdi genç kızlar ellerindeki cep telefonlarıyla konuşarak yürüyorlar Bağdat caddesinde...
Böylesi bir değişime Türkiye'nin "statükocu"ları ne kadar dayanabilirler ki?
Termometre 32'ye çıktı. Haydi bakalım hayırlısı...