Son haftalarda dünyanın en zor yazı yazılabilen ve aynı zamanda en kolay yazı yazılabilen ülkesinin Türkiye olduğuna hiç kuşku yok. Özellikle, Ahmet Necdet Sezer'in Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduğu Mayıs ayının ikinci yarısından sonra bu böyle.
Sezer'in Köşk'e çıkmasından sonra ilk birkaç gün, "Kırmızı ışıkta durdu, durmadı" veya "Güniz Sokak ziyaretçi akınına uğradı, vs." türünden ve önceki dönemle irtibatlı "gündem konuları"yla oyalandık. O sıralarda, Uğur Mumcu cinayetinin failleri yakalanmış ve "İran parmağı" derhal saptanmıştı. Aradan bir buçuk ay geçti; sizce Uğur Mumcu cinayetinin failleri yakalandı mı? "İran parmağı"na ne oldu; haberiniz var mı? Geçtiler, gittiler.
Mayıs ayının ikinci yarısında bir "sahte gündem" vardı; şimdi hiçbir şey kalmadı. Şöyle sekiz-on gazetenin son bir buçuk aylık birinci sayfalarını ve her birinin köşe yazarlarının yazılarını bir inceleyin. Bulacağınız şudur: Hiçbir gazetenin birinci sayfasındaki haberler diğerlerini tutmuyor. Hiçbir gazetenin kendi köşe yazarları, aynı ya da benzer konuları işlemiyorlar.
Bunun adı, "gündem yokluğu"dur veya daha "analitik" olmaya gayret edersek; Türkiye'nin ucu ve süresi görülmeyen bir garip ve ilginç "geçiş dönemi tüneline girip, yol aldığı"dır.
Bu yüzden, şu günlerde Türkiye'de yazı yazmak, dünyanın en kolay işi haline geldi. Ortada gündem falan bulunmadığı için, aklınıza neyi yazmak geliyorsa, yazabilirsiniz. İstediğiniz gibi "takılabilir"siniz. Bu, aynı zamanda, esaslı bir zorluğu da ifade ediyor. Her seferinde "ne yazayım" diye kalakalabilirsiniz. Eğer, anlamsızlaşmaktan, toplumun nabzını kaçırmaktan ve ciddiyetten uzaklaşmaktan korkuyorsanız, ne yazacağınız konusunda da haliyle zorlanabilirsiniz.
Ülkede bir gündem olmadığı öylesine belli ki, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer çıkıyor, Anayasa Mahkemesi Başkanı sıfatıyla yaptığı iki konuşmadan çok daha önemli şeyler söylüyor ve Türkiye'nin en acil meselelerini gündeme getiriyor, ülkenin büyük gazetelerinde bu konuda tek satır yok. Düşük tirajlı birkaç gazetede ise manşet.
Bu durumda, Cumhurbaşkanı'nın çıkışlarından Türkiye'de az sayıda insan haberdar olmuş oluyor. Vatandaşlarımızın bir kısmı da, çoğunluğun ilgilendiği konulardan habersiz kalmış oluyorlar.
Herkesin kendi gündemi var. Şehirlerin bile. İstanbul, belli ki, tüm ülkeden başka bir hayat yaşıyor. İstanbul, tek başına değil, sayfiyesi Bodrum'la birlikte anılmalı. Ankara, İstanbul-Bodrum hattından tümüyle farklı parametrelerin şehri. Türkiye'nin geri kalanı da, bu birbirinden farklı iki şehirden farklı parametrelerin içinde.
Bu ülke, birlikte nefes alıp vermiyor. Bugüne kadar raslanmış bir durum değil. Ne kadar süreceği, hangi süreçlerin içinden geçerek, "milli birlik ve beraberlik"ini tesis edeceği, yani "tasada ve kıvançta birleşeceği" kocaman bir bilmece.
Geçenlerde etkili devlet pozisyonlarında bulunmuş bir arkadaşım bana gönderdiği mesajda, biz İstanbul'da yaşayanların aklına gelmeyecek bir İstanbul tanımı yapmıştı. Bunu naklettiğim, yine devlet görevlisi bir arkadaşım, "Doğru. Biz Ankaralılar nezdinde İstanbul böyle algılanır" dedi. Tanım şöyle: "İstanbul'u şöyle tanımlıyorum: Türkiye ile ilişkileri yakın olan, aramızda tarihi, kültürel ve etnik bağlar bulunan ve gümrük birliğine sahip olduğumuz bir ülke. İlişkilerimiz düzgün ama sıcak değil."
İstanbul, devletin merkezinden böyle algılanıyorsa, onlar nezdinde böyle demektir. "Hayır, öyle değil" demenin bir anlamı yok. Ancak, devlet, Türkiye'yi kendi mülkü zannettiği ve insanlarına da sahip olduğunu sandığı için yanılmasın; aynı tanımı Ankara için de şöyle ifade etmek pekalâ mümkün:
"Ankara, Türkiye ile yakın ilişkileri olan, arasında tarihi, kültürel ve etnik bağlar bulunan, devlet kapısında iş takibi zorunluluğu yüzünden kendisine mecbur kalınan ve gümrük birliğine sahip olunan bir ülke. Türkiye'nin Ankara ile ilişkileri, düzgün de değil, sıcak da. Ama, zorunlu."
Peki, Türkiye neresi?