


Keşke tanımasaydım
Kimin aklına gelirdi ki Kemal Sunal bindiği uçakta kalp krizi geçirip ölecek. Üstelik kalple ilgili çok ciddi bir şikayeti olmadığı halde. Sadece bir tedbir olarak ilaç taşırmış.
Ama uçak korkusu varmış meğer. Bu nedenle uçakla gidilecek hiçbir daveti kabul etmezmiş. Çok uzun da sürse karayolunu kullanırmış. Ali Özgentürk'ün umut bağladığı bir filmin çekimi için Acaristan'a gitmesi gerekince, bu kez arkadaş hatırı kıramamış, korkusunu bastırıp "peki uçağa da bineceğim" demiş.
Uçak yolcularını aldıktan sonra yarım saat alanda beklemeseydi Kemal Sunal acaba kurtulur muydu? Uçak yerine oturduktan hemen sonra kalksaydı, Kemal Sunal heyecanını bastırır ve kalbinin teklemesini önleyebilir miydi?
Kimbilir? Ama şurası kesin ki, Türk Hava Yolları en kahredici rötarını dün sabah yaptı.
Kemal Sunal'ı hep filmlerinden tanırdım. Taa ki geçtiğimiz yılın 15 Ekim'ine kadar. RTÜK Kemal Sunal'ın filmlerindeki diyalogları "argo" bulmuş ve erken saatlerde yayınlanmasına yasak getirmişti.
Konuyu Kemal Sunal'la yüzyüze konuşmak istemiştim, hiç tanışmadığımız halde kabul etmişti.
Çırağan Oteli'nin lobisinde buluşmuştuk öğle saatlerinde, çay içip kurabiye yemiştik.
Hiç beklemediğim bir Kemal Sunal'la karşılaşmıştım. Elbette insanlar filmlerde canlandırdıkları karakterler gibi değillerdir, ama Kemal Sunal gerçekten çok farklıydı.
Ülke sorunlarını neredeyse büyüteç altına almış bir yakınlıkta izliyor, çareler arıyor, çözüm önerileri üretiyordu. Sanat ve kültüre yaklaşımı son derece ilkeli, dürüst ve samimiydi. 18 yaşındaki bir gencin heyecanını taşıyordu.
Karşılıklı birbirimizi sevdiğimizi hissetmiştim, ne bileyim belki o da beni beklediğinden daha farklı bulmuştu. Sonra, bu kez haber ya da röportaj için değil, karşılıklı dertleşmek için biraraya gelme sözü verdik birbirimize.
Benim yurtdışına gitmem gerekti, onun da çalışmaları yoğunlaştı, nasıl olduysa bir türlü biraraya gelemedik.
Dün sabahın erken saatlerinde ölüm haberini alınca donup kaldım. Önce "Niçin şahsen de tanıdım sanki?" diye hayıflandım. İnsan karşılıklı tanışmayınca ölüm karşısında biraz daha teselli buluyor. Ama tanıyınca öyle değil.
Sonra "Hani biraraya gelecektik, niye ihmal ettik ki?" diye bir daha üzüldüm.
Kemal Sunal Türk sinemasının unutulmayacak bir ismi. Yarattığı karakterlerle, sanata yaklaşımı, inanılmaz çalışma azmi ve sade yaşantısıyla yeri doldurulamayacak bir sanatçı.
Hepimizin başı sağolsun.
Yalılara aydınlatma zorunluluğu konsun
İstanbul dünyanın en güzel kentlerinden biri. İstanbul Boğazı'nın ise dünyada bir eşi yok. O kadar ülke gezdik gördük, hiçbirinde denizin hemen dibinde ev yok. Demek ki yalıda oturmak dünya çapında bir ayrıcalık. Ancak bu ayrıcalıktan yararlanmanın, yüksek fiyat dışında, kent estetiğine de yansıyan bir bedeli olmalı.
Geçen pazar birkaç dostumuzla birlikte yemekli gezi teknelerinden biriyle Boğaz'ı baştan başa gezdik. Bu arada dikkatimi çekti, pekçok yalı, herhalde sahipleri tatilde olduğu için panjurları tamamen kapalı, bahçeleri yaşamıyor ve ışıksız. Oysa dünyanın tek örneği olan bu yalıların, sahipleri evde olsun olmasın aydınlatılması gerek. Orayı kullananların İstanbul'un güzelliğini bozmaya hakkı olmamalı.
Bu iyiniyetle çözülmez. Belediye zorunluluk koyabilir. Her yalı ışıl ışıl olmalı.
Fırsat bulup Boğaz'ı denizden gezerseniz ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.
Nasıl da hakkı yenmişti..
Kemal Sunal filmlerinin defalarca televizyonlarda gösterilmesinden rahatsızlık duymuyordu ama kendi deyimiyle "kırılıyordu." O "Hababam sınıfları" "İnek Şabanlar" çekildiği yıllarda, birgün çok sayıda televizyon kanalının çıkacağı kimsenin aklına gelmemişti. Hele bu filmlerin 10 kere üst üste gösterilse de, rating rekorları kıracağı hâyâl bile edilmiyordu. Kemal Sunal bu nedenle filmleri bitirmiş, parası almış, yayın hakları konusunu ise hiç düşünmemişti. yayınlamaya başladılar. Kemal Sunal sadece o tekrar tekrar oynayan filmlerin telif hakkını alabilseydi, bugün Türkiye'nin en zengin sanatçısı olurdu. Ama televizyonlar "bedavaya" buldukları filmleri oynatıp milyonlarca dolar reklam hasılatı yaparken Kemal Sunal'ı akıllarına getirmediler bile. Bu vefasızlıktı. İşe saygısızlıktı. Sanata ve sanatçıya değer vermemekti. Ne diyelim, günümüz böyle..
Bu yazıyı yazmak bile ayıp
Ne tuhaftır, geçenlerde Maslak'ta trafik sıkışınca Ayazağa yoluna girdim, Kağıthane tarafından çıkacağım. Ayazağa'dan inerken solda "İstanbul Kültür ve Kongre Sarayı" tabelasının arkasındaki dev yapıyı görünce "Burası ne zaman bitecek acaba?" diye geçirdim içimden.
Aklımdaydı, gazeteye dönünce açıp soracaktım, ne olduysa, bir iki gün ihmal ettim, derken Şakir Eczacıbaşı aradı ve "Bir dosya gönderdim, ilgini bekliyorum" dedi. "Dosya ne konuda" diye sorunca Eczacıbaşı "Kongre Merkezi'ni ödenek olmadığı için bitiremiyoruz" dedi.
Şakir Bey'in söylediği dosya geldi, açıp bakınca üzüleyim mi, bu ülke adına utanayım mı karar veremedim.
2000 yıllık tarih ve kültürü bağrında barındıran İstanbul'a yakışır bir kültür ve kongre merkezinin inşaatı verilen sözlere rağmen 5 yıldır bitirilemiyordu.
İstanbul Kültür ve Kongre Merkezi projesi 1990'da ortaya atılmıştı. Aynı yıl tasarım yarışması yapıldı ve Arup Associates firması kazandı. 3 yıl sonra Ayazağa'daki arazi İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı'na tahsis edildi. 1995'te temel atıldı, 1998'e kadar binanın önemli bölümlerinin kaba inşaatı bitti.
O zaman Cumhurbaşkanı olan Demirel kültür ve kongre merkezinin 2000 yılında biteceğine söz verdi.
Söz verdi vermesine ama, ödenek söz dinlemiyor, ödenek verilmeyince inşaat yürümüyor.
Kültür ve sanata büyük önem veren bir Başbakan görevde, azimli çalışmalarıyla takdir toplayan bir Kültür Bakanı işin takipçisi, ama ne gariptir ki, ilgi sorunu çözmüyor, para bulunamıyor.
Şakir Bey "Eğer yeterli ödenek sağlanamazsa inşaat bu ay sonunda fiilen duracak" diyor.
İstanbul Kültür ve Kongre Merkezi'nin hizmete açılabilmesi için 71 milyon dolara ihtiyaç var. Üstelik bu paranın tamamının hemen bulunması da gerekmiyor. 2002 yılına kadar parçalar halinde bulunması yetiyor.
Başlıkta da dediğim gibi, aslında 2000 yıllık İstanbul'a yapılacak bir kültür merkezine hükümetin dikkatini çekmek için yazı yazmak ayıp bir şey.
Ama ne yapalım ki, bilgi çağında biz bunları yazmak zorunda kalıyoruz.