Her konuda kendine has yaklaşımlarıyla özgünlüğünü sürdüren ülkemizde, siyasetin izlediği yol gerçekten çok ilginç. Aslında bir ülkenin bütünsel yaklaşımları ile siyasi yaklaşımlarını birbirinden ayrı tutmak da mümkün olmuyor.
Kim ne derse desin, bir ülkede yolsuzluğa, haksızlığa ve eşsizliğe tahammül etme eğilimi fazlaysa, bu yaklaşımlar siyasete de yansıyor. Bunun istisnası, diktatörlükler, yani toplumun eğilimlerinin tamamen gözardı edildiği oluşumlar.
Türkiye'de ne yazık ki, bu tahammül sınırlarının genişliğinden dolayı, 'ok yaydan fırlamasına rağmen, hedefe ulaşamaz' bir konumda. Siyasi süreçler o denli 'kapalı kapılar ardında' gelişiyor ve siyasi kararlar o denli 'kamuoyu tarafından irdelenmeden' alınıyor ki, hangi çağda yaşadığımızı unutabiliyoruz. Varmak istediğimiz toplumsal ve ekonomik hedefleri çok iyi biliyoruz, ama ok hedefe giderken sürekli yalpalıyor.
Başkan Clinton'ın stajyeriyle yaşadığı ilişki ortaya çıktığında, bilmek bile istemediğimiz detaylar gözönüne serilmişti. Başsavcı, ABD halkının milyonlarca dolarını harcamak pahasına, 'gerçekten cereyan edenin' peşine düşmüştü. Belki, yöntem biraz fazla şeffaftı, ama kamuoyunun bu şeffaflığa ihtiyacı olduğu düşünülmüştü. Bu süreç sırasında, Clinton sade vatandaş olarak sorgulanmış ve oldukça zor saatler geçirmişti. Herkesin peşinde olduğu nokta, Clinton'a kimin destek verip vermediği değil, gerçekten ne olduğunun bilinmesi ve öğrenilmesi idi.
Gelelim ülkemize. ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz oldukça zor bir dönemden geçti. Önce soruşturma komisyonlarında 'karalandı', daha sonra da Meclis Genel Kurulu'nda 'aklandı.' Aynı verileri değerlendirmeye alan mantıklı kişilerin, aslında müspet veya menfi, aynı sonuca ulaşmaları gerekmez miydi? Peki o zaman, Sayın Yılmaz 'neden karalandı' ve sonra 'neden aklandı?' Sayın Yılmaz'la ilgili dosyaların içeriği değişmediğine göre, bu 'karalama, aklama' operasyonu, Türkiye'ye zaman kaybettiren 'lüzumsuz işler' kalemine altın harflerle yazılmaya hak kazandı.
Ancak, esas olan yine unutuldu, yine araştırılmadı, yine tartışılmadı. Hükümet ve istikrar paravanı arkasında, 'gerçeğin' peşinde kimse koşmadı. Yani, kimin hangi kulvara ne zaman dahil olması işe geliyorsa, partiler oylarını o doğrultuda kullandılar. Gerçeği, şeffaflığı seçmek yerine, ayak oyunları ile günü ve bu arada Hükümeti kurtardılar.
Türkiye bu gündeme mahkum mu? Bağımsız yargının görevini Meclis'den beklemek, doktora mimarlık yaptırmaya benziyor. Ve karalama, aklama dizinleriyle, yapay gündem sürüyor. Yanlış anlaşılmasın, yolsuzlukla mücadele yapay bir bir gündem maddesi değil, ancak mücadele yöntemi amaca uygun olmalı.
İlginçtir, Sayın Yılmaz'ın aklanması, Hükümet için bir yeşil ışık olarak algılanıyor. Ancak temiz bir sayfayla göreve başlayan bu Hükümet, kişisel çıkar tartışmaları ve yönetimsel kargaşadan dolayı, kamuoyunun nezdinde çok puan kaybediyor. Bu tablo, Hükümet'e ve Meclis'e hiç yakışmıyor. Nitekim 348 sandalyeli iktidar kanadında, 'kabul, çekimser katılmama' yoluyla 118 fire verilmesi, gözardı edilecek bir rakam değil. Ancak oylamada kimin, neye ve niçin kabul veya red verdiği de tartışılabilir.