F Tipi cezaevleri tartışması başladığından bu yana, diğer gazeteciler gibi ben de çok sayıda mahkum mektubu aldım.
Elime geçen son mektup Çankırı Hapishanesi'nden bir tutukluya ait. Adını yazmamdan zarar görebileceği endişesiyle gerçek ismini vermiyor, ona "Ahmet" diyorum.
Şimdi ben, Ahmet'e ve onun şahsında, "fırtına öncesi sessizliği yaşayan" binlerce gence bu sütundan seslenmek; birinci mektubumu onlara yazmak istiyorum:
Sevgili Ahmet;
Sana "Sevgili Ahmet" dediğim için kızmazsın umarım. Çünkü ben, senin ifadenle "ayrı kulvarlarda kulaç atanların" da birbirine sevgi duyabileceğine inanıyorum. Ve her ne kadar "ayrı kulvarlarda kulaç atsak da" bana yazdığın; yani benimle iletişim kurabilme umudu taşıdığın için teşekkür ediyorum.
Cumartesi günü, ben de bir çok köşe yazarı gibi Adalet Bakanı'nın davetlisi olarak Kocaeli'ndeki F tipi cezaevini gezdim.
Sana gördüklerimi anlatmayacağım. Çünkü onları başka sütunlardan da okudun. F tipi cezaevlerindeki yaşam mekanlarının, mektubunda tasvir ettiğin gibi havasız, karanlık, içinde zor dönülen hücreler olmayıp, bir hapishaneye göre oldukça iyi yaşama koşullarına sahip odalar olduğuna umarım artık inanıyorsundur. Bu kadar köşe yazarı yalancı olamaz, öyle değil mi? Ama bu, meselenin en önemli yanı değil.
Çünkü sen de ben de biliyoruz ki, hücreyle odayı birbirinden ayıran temel fark, metrekaresi değildir. Hücreyi hücre yapan şey, mahkumu tecrit etmesidir. Bir insanı günler, aylar boyu kendi sesiyle başbaşa bırakmak, hapis cezasına ek olarak verilmiş bir cezadır ve bence de cezaların en büyüğüdür.
O yüzden de, benim Adalet Bakanı'na ilk sorum bu oldu. "Bu odalarda kalanlar, günün kaç saatini diğer mahkumlarla bir arada ortak alanlarda (havalandırmada, spor salonunda, iş atelyelerinde ve kütüphanede) geçirecek, kaç saat yalnız kalacaklar?" diye sordum.
Hem Sayın Hikmet Sami Türk'ün, hem orada bulunan üst düzey bürokratların söyledikleri şuydu: Bütün mahkumlar akşamları belli bir saate kadar ortak alanları kullanabilecek, diğer mahkumlarla görüşüp konuşabilecek. Elbette bu alanların kullanımı belli bir program dahilinde ve iç yönetmeliğe göre yapılacak. Ama cezaevi kurallarına uyduğu sürece hiç kimse kesinlikle tecrit edilmeyecek.
Söylenenlerden benim anladığım, Bakanlığın amacı insanları tek tek tecrit etmek değil ama, çok sayıda tutuklunun aynı anda aynı mekanda bir araya gelmesinin önüne geçmek, yani bölmek ve yönetmek! Doğrusu sen kendi bakış açından, bu amacı "istenilmez", "zararlı" hatta "vahim" bulabilirsin. Ama, bu amacın gayrı meşru olduğunu söyleyebilir misin? Görevi cezaevlerini yönetmek olan bir bakanlığın, işini yapmak istemesinin suç olduğunu iddia edebilir misin? İkinci endişenin, idarenin "sürüden ayırdığı koyunu parçalaması" olduğunu biliyorum.
Toplantıda aynı endişeyi biz de dile getirdik. "Mahkumlar, tek başına kaldıkları odalarda -kimsenin ruhu duymadan- işkence edilmekten, yargısız infaza kurban gitmekten korkuyorlar" dedik. Bakan, bu endişelere hak vermese bile anladığını söyledi ve şöyle dedi: "Bu endişeleri gidermek için bir proje geliştiriyoruz. Cezaevlerinin kamuoyunun güvenini kazanmış tarafsız kişilerden oluşan sivil kurullar tarafından denetlenmesini sağlamaya çalışıyoruz. Bu kurullar istedikleri anda cezaevlerine girip tutuklularla görüşebilsinler, bu yolla bir kamu denetimi sağlansın istiyoruz."
Biliyorum, şimdi sen "Bakanın sözüne nasıl güveneceğim" diyeceksin. İşte bu konuda mektubunda biraz da küçümsemeyle andığın "burjuva demokratlarına" güveneceksin. Demokrat kamuoyunun haklı zeminde kaldığınız sürece yanınızda olacağına ve bu tip hukuk dışı uygulamaları engellemek için elinden geleni yapacağına inanacaksın.
Sevgili Ahmet;
Mektubunda "Siz sadece ölüm döşeğindeki (Sevgi İnce ve Murat Dil) insanlar için mi yazı yazıyorsunuz? Ölümler olmadan yazmayı düşündünüz mü hiç" demişsin. İşte ben şimdi tam da bunu yapıyorum. "Fırtına patlamadan" ve senin gibi bir çok genç insanın hayatını alabora etmeden elimden geleni yapmaya sizin hayatlarınızı korumaya çalışıyorum.