Bedenin, sonradan üstüne iliştirilmiş, takıp takıştırılmış bütün o imajlardan, sosyal ve kültürel işaretlerden, aidiyet sembollerinden arındırılıp "anadan doğma" bir biçimde ortaya konması ve sonra da dikkatle bakılıp, "acaba bu beden ne diyor" diye anlaşılmaya çalışılması ilginç bir deneme gerçekten...
İlginç olduğu kadar da zor.
Çünkü bedenlerimiz artık dilsiz...
Şu büstlere bir bakın...
Gömleklerin, kravatların, düğmelerin, kemerlerin, sütyenlerin baskısından kurtulup özgürleşen boyun kasları, omuzlar, göğüsler, bu beklenmedik özgürlükten şaşkın, ne yapacağını, ne "söyleyeceğini" bilmez bir halde "ifadesiz" bir biçimde kundaktan çıkmış bir bebek gibi öylece kalakalmış.
Ne kendini ortaya koymak için geliştirdiği özel bir davranışı var; ne özel bir anlatım biçimi, ne bir jest, ne de bir mimik...
Binyıllar önce, belini doğrultup iki ayağının üstünde kalktığı o karanlık çağlarda kendine özgü bir dili var mıydı acaba? Sözcükleri henüz tanımadığı çağlar boyunca beden, salt kendi olarak kendini ortaya koymak için neler yapar, nasıl "konuşurdu"? Kolları, bacakları, göğsü ya da karnı arzusunu, öfkesini, korkusunu, iştahını nasıl ortaya koyardı? Ten, arzusu bu kadar iğdiş edilmeden önce haz çığlıklarını nasıl atardı?
Bilmiyorum, ama yüzyıllarca horlandıktan, ruhun karşısında "ikinci sınıf" sayılıp hoyratça bir kenara itildikten, sarıp sarmalanıp saklandıktan sonra, bedenin bildiği bütün eski dilleri unuttuğundan eminim.
Karşımda dizi dizi sıralanmış 33 bedene bakıyorum. Bana, Guguk Kuşu filmindeki kahramanın tıp tarafından islah edildikten sonraki o boş bakışlı halini hatırlatıyor hepsi...
Bülent Erkmen bütün o kemerleri söküp, kravatları, gömlekleri atıp sutyenleri fora edip, hadi artık özgürsünüz dediğinde dilleri olsa söyleyecekleri tek bir şey olurdu herhalde:
"Heyhat! Artık çok geç..."
Çıplak bedenler mutlak suskunluklarıyla bize kendilerine ilişkin hiçbir ipucu vermeyince, dil yine devreye girip suskun bedenler üzerine bol bol söz üretiyor. Kimileri, aydın olmakla soyunmak arasında garip ilişkiler ya da çelişkiler kuruyor. Kimisi, sanki hepimizin açık yerleri örneğin eli-yüzü pek güzelmiş gibi, estetik değilse açmamalıydılar, buyuruyor. Bu arada kusura bakmasın ama, Sevgili Duygu Asena da garip bir itirazda bulunuyor: Kardeşi İnci Asena'nın eski güzellik kraliçesi kimliğiyle değil, şair kimliğiyle soyunduğunu söylüyor.
İster güzellik kraliçesi kimliğiyle soyunsun, ister şair kimliğiyle, alttan aynı şey çıkmayacak mı? Zaten, ünlülerimiz bütün o şair, filozof, yazar ve benzeri kimliklerinden soyunmuş olarak karşımıza çıkmak için soyunmamışlar mı? Öyleyse şu kimlikle değil de bu kimlikle soyunmak ne demek oluyor?
Oldukça geniş bir kesim de, soyunan kadınların memeleri hakkında fikir beyan edilmesini "ilkellik" olarak görüyor, yapılan işin ruhuna aykırı buluyor.
Ben bu ruhu, yani kitabın temel konseptini çok iyi anlamamış olabilirim.
Ama şu kadarını akıl edebiliyorum:
Siz sustuğunuz sürece, kimse kafanızdan geçen düşünceler hakkında bir fikir ileri süremez, eleştiremez ya da övemez. Ağzınızı açar da konuşursanız, insanlara da duydukları hakkında görüş belirtme hakkı doğar. Vücut için de aynı şey geçerli. Madem ki vücudunuzu açıp gösteriyorsunuz, elbette hakkında ileri sürülen fikirleri de dinleyeceksiniz. Memesi sarkık ya da diri diye görüş belirtilmesini normal karşılayacaksınız.
Vücudunuza bakıp bakıp yüce ruhunuzdan söz edecek değillerdi ya...
Duygularımız, düşüncelerimiz, ruhlarımız hakkında uzun uzun konuşulmasını anlamlı ve değerli bir faaliyet olarak algılayıp, bedenlerimiz hakkında konuşulmasını "banal" bulmak; bedeni aşağılamanın bir başka türlüsü değil de nedir...
Erkmen'in bedenin dilini okumak için giriştiği bu deney, bir kez daha bedenin aşağılanmasıyla sonuçlanıyor. Hem de bu aşağılamayı, bizzat soyunanlar ve soyunanlara arka çıkanlar yapıyor.
Ne yazık...