Mesleğinde başarılı sayılacak genç erkeklerle, albenili bir yaşam özlemine dönük genç kız dünyaları; bazen benim de görüş açılarım içinden akarak geçip gidiyor...
Hayatlarında yazıyla buluşmuş olanlarla, buluşamamış olanlar öylesine siyah-beyaz bir çarpıcılık yaratıyorlar ki...
Bunların başında, kitap ve gazete fanusunun sihrini yakalamış olanların sevimli, saydam ve damıtılmış kimliği ile, böyle bir fanusdan habersiz olanların ezik ve "olduğundan fazla görünme" zorlanması hemen dikkat çekiyor.
Birincilerin flört, nişanlılık, evlilik denklemlerinde de gizli bir kalite var...
İkinciler ise ilkel bir çarkıfelek içinde...
Birinciler, üstü azıcık örtülü nükte, ima ve ironileri bile havada yakalayıp tadına varırken; ikinciler, nalbant çıkışı nalını düşürmüş genç katır gibi ruhsuz ve algılamasız; boş gözlerle gülme ve sırıtma arasında tam bir et kafa rekoru kırıyorlar.
Birinciler, anadillerini çok daha kıvrak ve kristalleşmiş bir deyim zenginliğiyle kullanıyorlar. Mantıksal bir tutarlılığın uçkurunu koparmıyorlar.
"Ben diyorum bayram haftası; sen anlıyorsun mangal tahtası" örneklemesindeki hödüklüğe düşmüyorlar.
İkinciler, hep o hödüklük okyanusunda çırpınıp kalıyorlar. Ve akıl dışı tartışmalarla, beklenmedik garip tepkilere doğru yuvarlanıyorlar..
Örneğin, "adamı itin kıçına sokup çıkardı" gibi bir deyim kullandığınızda; "adam büyüktür, itin kıçı küçüktür, o nasıl girer ki oraya..." türünden bir karşı çıkmayla, sinirlenmiş bir görünüşte kişiliklerini kanıtlamaya çalışıyorlar...
Rahmetli babam, taş kafalar kategorisinden birine rastladığında, bıyıklarını kemirerek:
- Kabil-i hitap değil, derdi...
Bugün Türkiye'de "kabil-i hitap" olmayanlar; azınlıkta mıdır, çoğunlukta mıdır, bilmiyorum...
Bildiğim, yazıyla buluşamamış olanların; bunun bedelini çok ezici olarak ödedikleridir geçerken hayatın içinden... Çoğunun övünmeleri, uydurmada; ömürleri, hiç bir aynanın kendilerini yansıtmadığı bir ortamda; albenili yaşam özlemleri, kimselere açıklayamayacakları acıklı ödünlerin çalılıklarında buharlaşıp gidiyor.
Yazıyla buluşmanın tılsımını keşfedenlerin ise pencereleri değişiktir.. Yoksul da olsalar, zengin de olsalar; beyinsel bir soyluluğun vakarı içinde yaşarlar. Ve hemen anlarsınız, onlardan biriyle karşılaştığınızda, gizemli bir aristokratlığın ne olduğunu...
Bugün hercümerç içindeki toplumda, gizemli bir soyluluğun oranı ne kadardır acaba, bilemiyorum onu da...
Yusuf Ziya, Refi Cevat, Vâlâ Nurettin gibi bizden önceki kuşağın yazı adamları, görmüşlerdi Türkçe'nin aşınmakta olduğunu..
Önceki gün 50'sini bitiren Ahmet Altan da, Türkçe'nin çok hızlı bir erozyona uğradığını söylüyordu...
Yapılan son incelemeler, halen konuşulmakta olan dillerden yüzde 90'ının kaybolacağını haber veriyor 2100'lü yıllarda...
Bir akrep kıskacıyla bir soru beliriyor yüreğimde:
- Acaba Türkçede bunlardan biri mi olacak?
Her yeni kuşakta, yazıyla buluşamamış, ama görüntülü bir hayat yaşamaya vidalanmışların oranı artıyorsa; tarihsel bir füzyona doğru kayılıyor demektir... Tarihsel determinizmin giyotini, basmakalıp hamaset nutuklarıyla durdurulamıyor...